Cenâb-ı Allah’ın bizlere bahşettiği en kıymetli hazînelerden ve en büyük nîmetlerden birisi de hiç şüphesiz sağlıktır. En büyük ihsân olan sağlık; kıymeti ancak kaybedildiği zaman anlaşılabilen paha biçilmez bir taçtır. Bu mevzûda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); “Sağlık, vücutları sağlam olanların başına konmuş bir taçtır, onu yalnız hastaların gözü görür.” diye buyurmuşlardır.
Dâvud Aleyhisselâm ise sağlık konusunda; “Sıhhat, gizli bir saltanattır.”[1] demişlerdir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir başka hadîs-i şeriflerinde de; “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: Hastalık gelmeden önce sağlığın, yaşlılık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşgûliyet gelmeden önce boş vaktin ve ölüm gelmeden önce hayatın kıymetini biliniz.”[2] diye buyurmuşlardır.
Osmanlı Cihan Devleti’nin en güçlü yıllarında kırk altı sene hükümdarlık yapan Kânûnî Sultan Süleyman; Hakk’ın, halka bahşettiği en büyük ihsânın sağlık olduğunu ve bu nîmetin değerinin hiçbir şeyle ölçülemeyeceğini o meşhur gazelinde dile getirirken;
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi;
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri ancak cihan gavgâsıdır;
Olmaya baht ü saâdet dünyada vahdet gibi.”[3]ifâdelerini kullanmış ve darb-ı mesel hâline gelen bu mükemmel mısrâlara imzâ atmıştır. İnsanlar, sağlığın ne büyük bir devlet olduğunu hastalandığı zaman anlar ve “bir nefeslik sıhhat”in kıymetinin ne büyük bir saltanat olduğunu da ancak sağlığını kaybettiği vakit tam anlamıyla idrâk edebilir. Zâten, “sağlığın, vatanın ve devletin” kıymeti, varlığında tam anlamıyla bilinmez, bilinemez; ancak bunların ne kadar değerli oldukları elden gittikten sonra anlaşılır. Bu üç büyük nîmetten mahrum kaldıkları için; sağlığın kıymetini hastalara, vatanın önemini mültecîlere ve devletin değerini de Doğu Türkistanlılara ve Filistinlilere sormak gerekir.
* * *
II. Mahmud döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin teklifiyle 14 Mart 1827 günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda “Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire” adıyla ilk tıp okulunun kurulması ve Türkiye’de modern tıp eğitiminin o gün başlaması sebebiyle[4] Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’nin kuruluş tarihi kabul edilen 14 Mart günü ülkemizde “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır.
Türkiye’de ilk Tıp Bayramı kutlaması, 14 Mart 1919 tarihinde işgâl altındaki İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.
Bu kutlamalar millî direnişin ilk kıvılcımını ateşlemiş, Mekteb-i Tıbbıye’nin 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde harekete geçen genç tıbbiyeliler, 14 Mart günü okula çok büyük bir Türk Bayrağı asarak bir toplantı düzenlemiş ve yurdumuzdaki düşman işgâlini protesto etmişlerdir.
1911 yılında Türk Ocakları’nın kuruluşunda ilk adımı atan 190 askerî tıbbiyelinin ardından, yine genç tıbbiyeli talebeler “Ya istiklâl, ya ölüm!..” anlayışını kıyama durdurmak adına istilâcı devletleri tel’în etmiş ve tıp mensuplarının vatan savunması olarak da tarihe geçen bu millî kıyâma Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Âkil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da destek vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1929 yılına kadar Tıp Bayramı 14 Mart günü kutlanmıştır. Ancak 1929’dan 1937'ye kadar bu kutlama, Bursa'daki Yıldırım Darü’ş-şifâsı’nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı 12 Mayıs tarihinde alınmış ise de, bilâhare bu uygulamadan vazgeçilerek Tıp Bayramı kutlamaları yeniden 14 Mart’ta yapılmaya başlanmıştır. [5] O günden bu yana 14 Mart, Tıp Bayramı olarak kutlanmış, 1976 yılında ise 14 Martı içine alan hafta, önceleri “Sağlık Haftası” daha sonra ise “14 Mart Tıp Haftası” olarak kabul edilmiş ve hafta boyu sağlıkla ilgili çeşitli faaliyetler yapılmıştır. Devamı yarın...
14 Mart Tıp Bayramı -1
