Örneğin şu anki Şansölye Olaf Scholz (SPD) kendisini “barış şansölyesi” olarak tanıtıyor ve sık sık Rusya’nın nükleer silahlarının oluşturduğu tehdide atıfta bulunuyor. Uluslararası basın da dahil olmak üzere tüm Alman basını, Şansölye’yi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “korku tellallığına” karşı çıkmak yerine bunu seçim kampanyasında kullanmakla suçluyor.
Scholz’un tutumuna tüm siyasi kamplardan eleştirilergeliyor
Olaf Scholz “korku kampanyası” nedeniyle sadece diğer merkez partilerden değil, kendi SPD meclis grubundan da sert eleştirilere maruz kalıyor. CDU lideri Friedrich Merz de Şansölye’yi seçim kampanyası sırasında kasıtlı olarak halk arasında korkuları körüklemekle suçluyor. Merz, Scholz’u kendisini bir “barış şansölyesi” olarak göstermek ve diğer partilerin sağduyusunu inkar etmekle suçluyor.
CDU/CSU’nun başbakan adayı Merz, SPD’nin halkın savaş korkusunu siyasi puan toplamak için kullandığını ve dikkatleri artan işsizlik gibi iç sorunlardan başka yöne çekmek istediğini iddia ediyor. Eleştiriler eski ve mevcut koalisyon ortaklarının saflarından da geliyor:
Merz gibi FDP Meclis Grup Başkanı Christian Dürr de Şansölye’yi seçim kampanyası sırasında kendisini “barış Şansölyesi” olarak göstermekle suçluyor. Dürr, Scholz’un savaşı siyasi amaçlar için araçsallaştırdığını, ancak aynı zamanda Ukrayna’ya kış aylarında acil ihtiyaç duyulan yardımı sağlamaya hazır olmadığını alaycı daha doğrusu iki yüzlü buluyor. Scholz’a mevcut koalisyon ortağı Yeşiller’den de sert sözler yöneltiliyor.
Federal Meclis Avrupa İşleri Komisyonu Başkanı Yeşiller Partisi politikacısı Anton Hofreiter, Şansölye’yi “seçimi kazanmak” için “halkın korkuları ile oynamakla” suçluyor. Hofreiter, Berlin merkezli Tagesspiegel gazetesine verdiği mülakatta şöyle diyor: “Vladimir Putin’in ekmeğine yağ süren bu tür sorumsuz açıklamalar biz Yeşiller için bir koalisyon ortağı olarak kabul edilemez.”
Ancak Yeşiller de insanların endişeleriyle oynuyor
Scholz, Almanların korkularına oynayan tek başbakan adayı değil. Diğer adaylar da insanların endişelerini kendi siyasi amaçları için araçsallaştırıyor.
Bir zamanlar barış partisi olarak bilinen Yeşiller, uzun zamandan beri tamamen pasifist bir güç olmaktan çıkmış durumda. Joschka Fischer liderliğinde 1990’ların sonunda Alman ordusunun Kosova savaşına katılmasını desteklemelerinden ve daha sonra Afganistan’da yabancı operasyon ve işgalleri kabul etmelerinden bu yana partinin profili önemli ölçüde değişti. Almanya’da 1998 ile 2005 yılları arasında SPD ile Yeşiller’den oluşan Kırmızı-Yeşil Koalisyon Hükümeti 2003 yılında Irak savaşını resmi olarak reddetmiş olsa da, Alman hükümeti o dönemde müttefikleri lojistik ve siyasi olarak desteklemiş ve bu durum eleştirilere neden olmuştu.
Bugün Yeşiller’de reelpolitik hakim. ‘Realos’ olarak adlandırılan partinin çizgisini yöneten ve yönlendiren transatlantikçi ekip güçlü bir şekilde Avrupa-Atlantik çıkarlarına yönelmiş durumda. Yeşiller seçim kampanyasında Avrupa güvenliğine özellikle Rusya’dan gelen tehdidi giderek daha fazla vurguluyor. Bazıları bunu, askeri çatışma korkularını körükleyen ve partinin “realpolitik” bir savunma stratejisine geçişini haklı çıkaran yoğunlaştırılmış bir söylem olarak görüyor.
Başka bir deyişle, “çevreci-parti” korkuyu kullanarak siyasi hedeflerini gerçekleştirme konusunda bir istisna değil. Bu durum özellikle iklim değişikliği söz konusu olduğunda açıkça ortaya çıkıyor: Yeşiller ideolojisi geleceği genellikle dramatik senaryolarla özetliyor; Örneğin Yeşillerin kullandığı “iklim felaketi” veya “son nesil” gibi terimleri ve söylemleri bu felaket senaryolarını karakterize ediyor. İklimin korunmasının aciliyeti tartışılmaz. Bunu kabul ediyorum. Ancak bununla birlikte, koronavirüs düzenlemelerine benzer şekilde, sert önlemler ve yasaklar talep ediliyor ve nihayetinde uygulanıyor. Yani korku ile siyaset yapılıyor.
Enerji arzına ilişkin tartışmalarda da durum benzer. Yeşiller sık sık arz darboğazları ya da otokratik devletlere bağımlılık konusunda uyarılarda bulunuyor.
Ancak burada da korkular, her zaman uygulanabilir alternatifler sunmadan ya da karşı önerileri reddetmeden ideolojik olarak renklendirilmiş bir enerji dönüşümünü ilerletmek için araçsallaştırılıyor.
Merkel sonrası CDU tarafından korkuların araçsallaştırılması
Korkularla siyaset yapma konusunda Friedrich Merz’in yaklaşımı da benzerlikler gösteriyor. O da özellikle entegrasyon (uyum) ve göç söz konusu olduğunda Almanya’daki insanların korkularına oynuyor.
CDU/CSU bir dereceye kadar ırkçı, yabancı ve İslam düşmanı AfD’nin pozisyonlarını kopyalamaktan çekinmiyor. Ancak Merz, seçmenlerin taklit yerine aslına yani orjinale oy vermeyi tercih edeceğini bilecek kadar akıllı. CDU, Aralık 2023’te Almanya’daki Müslümanlarla ilişkilerin sıkılaştırıldığı temel programının bir taslağını kamuoyu ile paylaşmıştı.
“Leitkultur” yani “öncü kültür” terimi ve dayatması da yine çeyiz sandığından çıkarılmıştı. Parti, toplumun bazı kesimlerinde hakim olan Müslüman karşıtı önyargıları ve İslam dinine yönelik korkuları kasıtlı olarak kullandı ve böylece sadece Almanya’daki önemli bir dini topluluğu damgalamakla kalmadı. Hayır, CDU toplumun çoğunluğunu azınlığa karşı kışkırtmaya çalışıyordu. Bu çok çirkin bir siyaset anlayışı, çok çirkin bir siyaset tarzı. Bu tam anlamıyla popülizm. Fratzscher yukarıda adı geçen makalesinde, “Bu tür popülizm kimliği ve uyumu güçlendirebilir, ancak sorunlarıçözmez, yeni çatışmalar üretir” diyor.
Enerjiyi sosyal uyum için kullanmak daha yapıcı olacaktır
Evet. Endişeli insanları manipüle etmek ve yönlendirmek daha kolay.
Şu anda insanların korkularına oynayan partiler bunu öncelikle kendi iktidarlarını güvence altına almak ya da genişletmek için yapıyor. Ancak bu seçim kampanyası stratejisinin toplumsal uyum, dayanışma ve barış için pek bir faydası bulunmuyor. Bu nedenle demokratik ana akım partilerienerjilerini popülist bir korku kampanyasına harcamak yerine içerik ve çözümlere daha fazla odaklanmalı. Zira halihazırdaki kampanya taktiği popülist ve ikiyüzlüdür.