Bu konudaki diğer bir paradoks da nedendir pek bilinmez (!?) -ya da çok iyi bilinir-; hastabakıcılık, çamaşırhâne görevlisi, müstahdemlik gibi vazifeleri yerine getiren “gerekli eğitimi almamış” devlet memuru hanımlara; halıcılık, biçki dikiş kursu, nakış ve çiçek yapma eğitimi alan Halk Eğitim Merkezi öğrencilerine -başörtülü olmalarına rağmen- yıllar yılı hiçbir problem çıkartılmaması ve onların başörtülerine hiçbir şey söylenmemesidir… Çünkü başörtülü hanımların “âvâma uygun işler yapmaları” veya “biçki-dikiş eğitimi almaları” hâlinde örtünmelerinde hiçbir mahsur görülmemesiydi… Ancak zaman içinde; “Yeterli tahsili yapan, lisans veya lisansüstü eğitim alan” ve her geçen gün üniversitelerde sayıları artmaya başlayan başörtülülerin bürokraside de “âmir” konumundaki makamlara gelmesi; sistemden beslenen kesimlerde sıkıntı, kıskançlık ve hazımsızlık meydana getirmiştir / getirmektedir… Çünkü yüksek tahsil yapmak, devleti idâre etmek, bürokraside üst görevlere gelmek, etkili ve yetkili makamlarda bulunmak, Anadolu insanının değil, “Batıcı aristokrat sınıfının” tekelindeydi senelerdir… Onlara “âmir” olma sıfatları, hep babalarından mîras kalırdı… Makam ve koltuklar, kürsü ve enstitüler, dekanlık ve rektörlükler; umerâ, ulemâ ve diğer üst düzey mevkîler, “vazgeçilmez ve devredilmez bir hak” olarak görülmüş ve gösterilmişti onalara… Kendi kast ve ekollerinin, loca ve mahfillerinin, ilke ve görüşlerinin dışında kalanlar için, bu görevlerin ifâsı gayrı kabil (!) ve kabul edilemezdi… Çünkü onlar; “halka rağmen halk adına” (?!) hareket etmeye alış/tırıl/mış “halkçılar”, milleti millet yapan millî ve mânevî değerlerin hilâfına davrana, dîni “afyon” (!?) olarak gören ve gösteren “ateistler” ile millî münafık ulusalcılar insanımızı tepeden şekillendirmek için uğraşan jakobenler ve her doğruyu kendileri bilen, okumadan âlim ve her geçen gün daha zâlim olan “diplomalı despotlar” ile alın teri dökmeden servetlerine servet katan “tûfeyli tâifeleri”ydi… Çünkü onlar; yüzlerine “demokratlık pudrası” süren, insan hakları kremiyle alınlarını beyazlaştıran (!), laiklik kisvesi altında din düşmanlığı yapan, hukuk adına hukuku çiğneyen kanunsuzluk müdâvimleri, ilmî formasyonları seminerlerle, brifinglerle artan (!), bilgi ve görgüleri ideolojik yönlendirmelerle fazlalaşan (!) “çakma demokratlar” ve “çağdaş hukukçular”dı… Çünkü onlar; Hakk’tan ve halktan yana olamayan, zâlimlerin yanında yer alan ve haksızlığı şiâr edinen “karanlık ve kızıl aydınlar”dı… Çünkü onlar; Türk değil, Jöntürktü… Çünkü onlar; başörtülüyü, sakallıyı, takkeliyi, tespihliyi hep “hizmetkâr” olarak görmenin rahatlığı ve hazzı içinde olan “Batıcı laikçiler” ve “ilericiler”di… Çünkü onlar, “yüzde doksan dokUzu Müslüman olan” milletin “yüzde birlik” kesimini temsil eden “azgın azınlık”tı…
İşte; “halkçılar”, “materyalist ulusalcılar”, “ateistler”, “diplomalı despotlar”, “tûfeyli tâifesi”, “çakma demokratlar”, “çağdaş hukukçular”, “karanlık ve kızıl aydınlar”, “Batıcı laikçiler” ve “ilericiler”den (!) oluşan “azgın azınlık” yıllarca “Bu Ülke”de hükümrân oldular ve Müslüman mahallesinde salyangoz sattılar / sattırdılar… Ve azgın azınlık, bizleri; “Uyu, uyu; yat, uyu!” ninnileriyle yıllar yılı uyuttular tâ ilkokuldan başlayarak…
Yetti artık bu kirli tezgâhlar ve yıllar süren gaflet uykusu… Bu asil ve azîz millet; tepeden inmeci zihniyetin zulmü altında çok çileli yıllar geçirse de, millî ve İslâmî şuurla hareket etmeye başladı çok şükür…
Dünyaya “Allah(c.c.)’a hakkıyla kul olmak” için gelen; hayâtının her ânına Kur’ân hükümlerinin hâkim olmasını isteyen, bu vatan için hep veren hiç almayan insanlar, yıllardır ev sâhibiyken kiracı muamelesi görülme yanlışlığını idrâk edip; hademeliğe değil hizmet vermeye, memurluğa değil âmirliğe, emir almaya değil emretmeye, yönetilmeye değil yönetmeye tâlip olmaya başlayınca “mutlu azınlık”ın huzûru kaçmıştır… Zîrâ bürokratik makamlar ve devlet sermâyesinin kullanımı, onlar için tevârüs edilmiş “Zâta mahsus!” temelli bir mülk (?!) ve devredilmez bir hak (!) olarak görülmüştür / görülmektedir… Hâl böyle olunca (!) “Batının yeniçerisi” olanlar, localara ve “Boğazdaki Aşiret”e mensup bulunanlar, yâni kendilerini “Sâhip”, Türk Milleti’ni “Kunta kinte” olarak gören “beyaz Türkler”; çalışkanlığı, ehliyeti, liyâkati, bilgisi, becerisi, zekâsı, göz nûru ve alın teriyle bu makamlara ulaşmaya başlayan Anadolu insanının yollarını kesmek istemişlerdir / istemektedirler… Bu “yol kesme” işini yapanlar; kimi zaman “kesintisiz-yasakçı” dayatmalarla, kimi zaman “çağdaşlık” şablonuyla, kimi zaman “ilericilik” yutturmacasıyla, kimi zaman “devrimcilik” ayaklarıyla, kimi zaman “irticâ” masallarıyla, kimi zaman “demokrasiye ayarsız balans ayarları vererek” amaç ve hedeflerini gerçekleştirmenin hesabı içinde olmuşlardır / olmaktadırlar...
DEVAMI YARIN