Tanrı’nın bizden ne istediğini düşünürken bizimle ne istediğini hep ihmal ettik. Oysa aslolan tam da bizimle istenendi. Düşünen ve düşünceleriyle var olan, varlıklarını ölümlerinden çok sonra da devam ettiren adamların neredeyse hepsi “Tanrı’nın bizimle ne istediğinin” peşine düşmüşlerdi. Bir parantez açmama müsaade edin; inancıma göre yani İslam inanışıma göre Tanrı Allah’tır. Fakat burada bahsini ettiğim mevzu sadece İslam terminolojisi hatta inanç sistemleri sınırlarına hasredilemeyeceğinden kasıtlı olarak Tanrı hitabını tercih ediyorum.
Doğayı, evreni, insan dışındaki tüm canlıları içlerindeki bir kod ile yaratıp varlığa tutunduran; bu kodu ve yazılımı o canlıyı varlığa tutunduğu süreç içerisinde doğal olarak ve dışarıdan bakıldığında kendiliğinden en tam ve tekamül etmiş haline ulaştırmaya ayarladığı anlaşılan Tanrı, insanı natık bir varlık olarak yaratmıştı. Bildiğini bilen insan, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya meyilliydi “ötekinden” farklı olarak. Bunu önceden bilen melekler kutsal kitabımızda bahsi geçtiği üzere Allah’la bir diyaloğa girmişlerdi. Fahreddin Razi, Taberi ve daha birçokları –kan dökücü varlık olduklarını nereden biliyor melekler, -ki Allah’a bunu söyleyerek mukabele ediyorlar?- diye sorarlar ve ‘demek ki hayvanlar ile insanlar arasında natık olmayan, öz bilinci olmayan, bildiğini bilmeyen insanımsı yaratıklar var’ kanaatine varırlar. Burada, Aristoteles’in deyimiyle ilk hareket ettiriciye inandıktan sonra evrim teorisinin çok da yabana atılır olmadığını düşündüğümü bilmenizi isterim.
İnsanı diğer her şeyden ayırdeden onun bildiğini bilmesi, yani akletmesidir. Ayırdedici ve fark yaratıcı bir unsur da olsa akıl insanın Aydınlanma çağının düşünürlerinden olan Descartes ve Kant’ın ve devamındaki çoğu arkadaşının düşündüğü gibi üstünlüğüne alamet sayılmamalıydı. İnsanın aklını üstünlüğüne alamet sayması kendisi dışındaki her şeye, hatta kendisine benzemeyen türdeşine dahi tahakküm etme olanağı sunmuş ve yaşanamaz bir hale getirmişti dünyayı. Doğadan insanı çekince her şeyin kendi harmonisine kavuşması ve ahenkle varlığına devam etmesi, kendini yenileyerek dengesini bulması biraz düşününce içimizi acıtan bir gerçek değil midir? Pandemi döneminde bir yılı aşkın bir süre boyunca insanların evine kapanması doğaya son yıllarda sunulan inanılmaz bir kendini yenileme fırsatıydı adeta. Yapılan araştırmalar, o süreç içerisinde su kaynaklarından ormanlara doğanın tüm bileşenlerinin ferahladığını ortaya koyuyordu. Evet akıl demiştik, oysa sayılabilecek en yüksek mertebeden “ötekinden” sadece “fazla” sayılabilirdi akıllı insan. Yeri gelmişken, insan için eşrefi mahlukat tabirine ilahi kitabımızda rastlanmamaktadır.
İnsan bu fazlalığından kaynaklı olarak faziletlidir. Bu arada öğrendiğimde bana ilginç gelmişti; Fazilet kelimesi fazla kökünden gelir Arapçadır. Erdem eşanlamlısı sayılır erkekle aynı “er” kökünden gelir, Türkçedir. Farsça eşanlamlısı Mert, Farsçada erkek kökünden gelir. Virtus faziletin Yunancasıdır, “vir” Latince’de erkek demektir. İşte bu, -nasıl ifade edersek edelim- fazilet, erdem ve mertlik insana “ötekinden” farklı olarak sorumluluklar yüklemekteydi. Bu sorumluluklarla ve bu sorumluluklar altında kendi varlığa tutunma serüveninde ikmal olacakken insan, ne hazindir ki bunun yerine, üstün olduğu yanılgısı içinde kendiyle beraber yaşadığı yeryüzünü de mahvetmeye azmetmişti.
İmam Cafer’in sözüydü yazımın başında yazdığım; “Tanrı bizden bir şey istedi, bir de bizimle bir şey istedi; bizden istediğini düşünmekle bizimle murad ettiğini unuttuk.” Varlığın bir nedeni olarak meşe tohumunun içindeki meşe ağacı olma erekselliğinin, şartları zorlayarak bunu gerçekleştirmesi gibi, Tanrı’nın bizimle murad ettiği üzerine fazlalığımıza medar aklımızla düşündükçe, kendi içimize yöneldikçe, önce kendimizi değiştirdikçe, gölge yanlarımızla yüzleşip “iyi” olmak yerine bütün olmayı yeğledikçe içimizdeki “meşe ağacı” olma cevherini harekete geçirebileceğiz sanırım. Yeni yıl için fevkalade güzel bir başlangıçtır: Kendimiz!