“Boynu hep kıdemli bir atkının içinde...memurlar...”

Bir müzik açmıştı, piposu yanıyordu, sadece kendisi için yaptığı kahve bitmek üzereydi. Bir nefes çekti piposundan, dumanını üfledi, dalga dalga yükselen, dans ederek, müziğe ritim tutarak yükselen dumanı izledi. İnsan hatıralarla yaşar, hikayelerle anlamını bulur, hikayelerde anlamını bulur dedi. Saatine baktı, yavaşça çantasını topladı, bilgisayarını kapattı, masasını ertesi gün görmek istediği gibi düzenledi ve paltosunu omzuna alıp çıktı.

Akşamüstüydü, güneş son ışınlarını kilometrelerce uzaktan gönderiyor dünyanın bir yanını gecenin karanlığına terkederek öbür yanını aydınlatmaya uzanan yoluna devam ediyordu. Simitçi işinin başındaydı, üşüyen ellerini birbirine sürüyor, elinde kalan ve ertesi güne bayatlayacağı için kalmamasını dilediği simitleri sabahki fiyatının yarısına veriyordu. Otobüs şoförü direksiyon sallamaktan yorulmuş, vardiyasının dolmasını beklediği saatini sık sık kontrol etmesinden anlaşılıyordu. Arzuhalci bir dilekçeyi daha tamamlamanın telaşındaydı, üç kişinin zor sığacağı, üç metrekarelik olsa da iyi yere tezgahını açtığını hissettiren dükkanında ayağının yanına koyduğu elektrikli sobayla ısınarak. Oldukça kasvetli bir ortamda çalışmak zorunda kalan, kasvetli ortamın kasvetini kendini ifade etmesinin, saygı duyulmasının tek sebebi olarak gördüğü sahip olduğu işini herkes görsün ve saygı duysun için herkesin gözüne sokarak, umarsız ve hoyrat sözleriyle daha da artıran, her gün onlarca insanın acısına, öfkesine, bedduasına şahitlik eden duvarların arasında çalışan , çalıştıkça rengi griye çalan, yüzü sürekli muhatap olduğu pembe dosyaların karanlık sayfalarının iç karartan tesirinden asılmış, gün boyu güneşi göremeyişinden ve bu göremeyişin çoğu zaman kendi tercihi oluşunu unutuşundan, kendini unutuşundan, yitişinden, zamandan ve mekandan kopuşundan sıkılmış fakat canının neye sıkıldığına dair bir fikri dahi olmayan, kabanını sıkıca giyinmiş, atkısını bağlamış, beresini takmış ve içine kapanmış memurun yürüyüşü resmi dairelerin yarınki mesainin başına kadar istirahate çekildiğini ele veriyordu.

Sönen piposunu yeniden yaktı, durdu, durdukça zaman durdu, mekan durdu, gökyüzündeki serçe durdu, bulut durdu. Ne kadar insan varsa yüzüne bakadurdu. İnsanların hikayelerini yüzlerinden okudu.

Her gün kaç insanın hikayesine konu, kaçının hikayesinde kahraman, hangilerinin hikayesinde figüran oluyoruz diye düşündü. Kahraman olmamız gereken hikayelerin neresine düşüyordu hikayemiz? Değmeden, dokunmadan, hissetmeden geçirdiğimiz zamanın ana fikri olabilir miydik hiç? Biz hangi kompozisyonun ana fikriydik? Hangi cümlenin öznesi, hangi paragrafın en vurgulu cümlesiydik?

Bir nefes çekti piposundan, usul usul yürüyordu, soğuğa aldırmadan. Soğukla, kışla, sokakla, fırından gelen taze ekmek kokusuyla, kalabalıkla, trafikle, trafik ışıklarıyla ve o anda ne gördüyse, ne duyduysa onunla ilgili bütün hatıralar, sobanın üzerindeki güğüme ellerini sırayla sürerek ısınan, okuldan az evvel gelmiş yanakları soğuktan kıpkırmızı olan çocukların heyecanla birbirlerine okulda başından geçenleri anlattıkları gibi, zihninde birbirleriyle yarışırcasına söz alıyordu. Yalnızca anımsadıklarımızın değil, unuttuklarımızın da içimizde barındığından söz ediyordu Bachelard. Unuttuklarını düşündü, insanın unuttuklarını düşünemeyeceğini düşündü, hatırlamaya çalışmak başka birşeydi çünkü.

Yaşlı bir adam gördü, elindeki poşetlerden marketten az evvel çıktığı anlaşılan, ağır aksak yürüyen, yorgunluğu sadece yürümesinden değil, sakinliğinden, kaldırımda hızla bisiklet süren ve kendisine çarpmak üzere olan gencin arkasından sessizce bakışından anlaşılan, sadece olduğu kadar olan, olabileceği kadar olma hakkı kendisine tanınmayan, hayal kurma kredisi tükenmiş, az zamanı kaldığını düşünen ancak yine de hayata tutunan bir adamdı. Gençlere hem oldukları hem de olmak istedikleri kadar yer veren, hayallerindeki kişi kadar alan açan toplumun yaşlıya ancak olduğu kadar kıymet vermesi çok da şaşılacak bir durum değildi belki de. Öyle anlatıyordu Nurdan Gürbilek kitabında.

Bilemezdi fizik alemde olanın, ötesinde nereye tekabül ettiğini. Duyular, kendi duyuluruyla sınırlıydı; göz duyamaz; kulak göremezdi. Elimizle tutardık ve dokunabilirdik, elimize aldığımızı yüreğimize aldığımızdan habersiz olarak. İnsan gördüğüne inanırdı, peki inandığını görmek tam olarak nereye denk düşerdi hayatımızda? İnsan hata yapardı, yanlışa düşerdi elbette. Yaptığına dini ya da ideolojik gerekçeler sunan insanın bu davranışına, yanlışında ve hatasının tam ortasında yalnız başına kalmak istememesi sebep olabilir miydi? Bunu yaparken inandığı Tanrıyı suçuna ortak ettiğinin, uğruna ölümü göze alabileceğini her yerde vurguladığı ideolojisini yanlışının paydaşı yaptığının farkında değildi sanırım insan. Ya da en azından Victor Frankl’ın idama mahkum edilen bir insanın, infazından hemen önce, son dakikada affedileceği yanılsamasına kapılması örneğiyle açıkladığı bir çeşit “af yanılması” denilen psikolojik bir vakanın içindeydi, çünkü Tanrı için veya ideolojisi için “onca şey” yapmıştı bu vakte kadar.

Güneş vardiyasını tamamlamış, günü akşamın alaca karanlığa teslim etmişti, gökyüzüne uzun uzun baktı, devir teslim törenine şahitlik etti. Piposundaki külü boşalttı, çantasına koydu. Cadde boyunca uzanan kaldırımda birbirlerinin ters istikametine, birbirlerine çarpmadan, değmeden, birbirlerini görmeden aynı kararlılıkla, aynı hızla ve aynı yoğunlukla ve her iki yöne gidenin de doğru yöne gittiğinin bilincinde olduğu kalabalığın hangi tarafında olması gerektiğini bir an unuttu, etrafına baktı, yönünü bulacağı bir işaret aradı, tanıdığı bir dükkanı gördü ve kalabalığa karıştı.