Bu da bir masal

Bisikletten hevesimi epeyce almıştım. Gözüm motosikletteydi.
Yılmaz amcamın Jawa’nın peşinde dört dönüyordum ama vermiyordu, “Daha kullanamazsın” diye. Kullanırım, hem de nasıl kullanırım. Sen ver anahtarı da bak gör nasıl kullanıyorum. Ama yok! Daha yaşım küçükmüş, bi kaç sene sonraymış falan filan! Amcam Sümerbank’ın gölgeliğinin altına park ettiğinde hemen oturuyorum Jawa’mın üstüne, çalışmayan motora veriyorum gazı veriyorum, rüzgâr bile yetişemiyor ardımdan. Bir Esentepe, bir çamlık turu yapıp geliyorum… Hayal pilavı yiyorum yani! Lise Caddesi’ne çıkmak filan yok daha o zaman hayallerimde. O daha sonra! Birkaç yıl sonra babam, motosiklet de satmaya başladı. Rus malı Planet markalı kocaman motorlar. Her sabah Kapalıçarşı’nın yirmi basamak merdiveninden beş altı motoru kapının önüne ite kaka çıkarıyoruz. Ben başından ayrılmıyorum motorların. Siliyorum, temizliyorum, parlatıyorum.
Hele bir siyah motor var ki içim gidiyor! En çok ta onunla uğraşıyorum. Bütün gün böyle! Ah bir kaçırabilsem! Niyetimi fark etmiş gibi anahtarları kasada saklıyor babam. Anahtar dediysem ucunda girintileri olan uzunca bir çivi gibi.
Çivi? Çivi? Vallaha buldum! Uzun kalın bir çiviyi soktum kontağa, anaam açıldı kontak! N’olacak şimdi? Nasıl kaçıracağım? Birkaç gün de kaçırma planları yaptım. Babam bankaya gittiğinde çabuk dönmezdi. O gider gitmez, çalıştırdım motoru bindim, Saat Kulesinden Askerlik Şubesine kadar yarı korku, yarı telaş nasıl gittim geldim bir ben bilirim. Ama yırtmıştım bu işi. Mis gibi kullanıyordum işte. Ondan sonra her fırsatta kaçırıyordum motoru. Tabii ustalaştıkça da türlü numaralar ya da sürat yapmaya başlamıştım. Lise Caddesi’ne her çıkışımın ardından şikâyetler yağıyordu babama, “Oğlun bir gün bir çukuru dolduracak” diye. Tabii fırçanın bini bir para…
Ama ben ne yapayım! Kan deli! Benim bir suçum yok ki! Namussuz motorun da öyle özellikleri vardı ki; Rus malı olduğundan mı nedir, çok gürültülü egzos sesi verirdi. Çat, çat, çat! Git Nohutlu’dan dinle! Bir de kompresyon kolu vardı, çektin mi motorun gürültüsüne bir gürültü daha eklenirdi. Bunlar kanı deli motorcu için büyük avantajdı. “Çekilin, ben geliyorum!” dercesine…
Babamın İstanbul’a mal almaya gittiği günler bana bayramdı. Sabahtan gece yarılarına kadar motor sürerdim. Anamın kızmayacağını bilsem herhalde geceden sabaha kadar da eve gelmezdim. Yılmaz amcamdan da çok korkar ve çekinirdim ama motor konusunda bana bilerek göz yumardı sanıyorum. Ne de olsa motorcunun halinden motorcu anlardı. Haa! Bu arada, ehliyet, plaka hak getire! Yaşım tutmuyordu ki!
***
Yaz aylarının güzel bir Pazar günüydü. Ali Fatih’le siyah deri montlarımızı çektik, atladık Kara Şimşeğe geze geze Sorgun’a vardık. İlk benzinlikten depomuzu doldurduk, Yozgat’a dönmek üzere çıkarken, Hakim Mustafa Bey’in Anadol’una rastladık. Kızlarıyla birlikte arkadaşları olan Nilgün ve Alev’i de almış gezmeye çıkmışlardı. Onlar önde biz arkada benzinlikten çıkarken Hakim bey sol sinyal yaktı, çıktı. Normal! Ama uzun bir süre sinyali kapatmadı. Şimdiki araçlar gibi otomatik kapanmazdı Anadol’un sinyali. Elle kapatmak gerekirdi. Biz de insanlık olsun diye uyarmak için yanlarına yanaştık, Ali Fatih parmaklarını açıp kapayarak sinyalin açık kaldığını anlatmak istedi. Ama anlayan kim. Kızlar bizi tanıyor, çarşıda, pazarda merhabalaşıyoruz, konuşuyoruz. Kendilerine karşı uygunsuz bir hareketimizin olmayacağını bilirler ama şu an onlar da anlamıyor ne demek istediğimizi.
Bir böyle, beş böyle hakim beye sinyali kapattıramadık. Üstelik sinirlendi, Muslubelen’i çıkarken Anadol’u üstümüze sürmeye çalıştı, acemiliğinden kendi de şarampole girdi çıktı.
Biz de daha fazla ısrarcı olursak bir kötülük olacağını düşündüğümüzden bastık gittik. Ama uzaktan da takip ettik. Hakim bey, Sivas Caddesinde Angut Osman’ın evinde kiracıydı. Kızları eve bıraktıktan sonra, sinyali hâlâ yanan arabasıyla karakola gitti. Bizi, “El kol hareketleriyle hakaret ve kızlarıma sarkıntılık ettiler” diye şikayet etmiş. Sinyali yanan Anadol’uyla evine döndü. Ertesi sabah, nereden haber aldıysa, erkenden Yılmaz amcam eve haber gönderdi; “Ben söyleyinceye kadar evden çıkmasın” demiş. Ali Fatih’ te Yerköy’e gitmiş. Öğleye doğru amcamdan haber geldi. “Dükkâna gelsin” diye. Gittim, gerekli fırçayı yedikten sonra elimden tuttu, doğruca Meydan Yeri Caddesindeki Mehmet Gülay’ın sarraf dükkânına götürdü. Hakim bey de oradaydı. Meramımızı bile anlatamadan elini öptürüp özür dilettiler. İstanbul dönüşü hadiseyi duyan babam da, alelacele Kara Şimşeğimi sattı!
***
Bir süre sonra babam, işini İstanbul’a nakletti. Kapalıçarşı’daki dükkânları da –biri hariç- Yılmaz amcama devretti. O bir dükkânda da ben dikiş makinası vb. işler yapıyordum. Tabii Yılmaz amcamın denetiminde… Motor kanıma işlemiş, babamın korkusundan aylardır motorsuz kalmışım.
N’apmalı, n’etmeli bu işi? Babamdan daha çok Yılmaz amcamdan korkardım ama bir gün tüm cesaretimi toplayıp, “Amca, Kayserili Hacı emmi (H. Mehmet Özsümer) Planet motorlar getirmiş, bi güzeller ki!” dedim. “Git al bi tane!” dedi. Ne? Nasıl? Nasıl alayım yani? “Kemal Özsümer’e selamımı söyle, hangi motoru istiyorsan versin!”
Anaam! Böyle bir şey nasıl olur?
Bırak kendikendine soru sormayı da kop git! Nasıl gittim onu da bilmiyorum ya. Kayserililer dizmişler motorları kapının önüne, kırmızı, yeşil, siyah…
Kırmızı canımı aldı orada. Altın rengi çizgileriyle de bir güzel duruyor ki namussuz!
Kemal abiye amcamın selamını söyledim, Kırmızı Şimşeği çektim getirdim Kapalıçarşı’nın önüne! İşte o andan sonra, “Al Allah delini, zapteyle kulunu!...
Selam ve sevgilerimle…