Doğumunun 120. Hakk’a yürümesinin 41. Yılında Üstad Necip Fâzıl Kısakürek-1 (Doğumu: 26 Mayıs 1904 - Ölümü: 25 Mayıs1983)-2

O; herkesin kullandığı kelimelere hiç kimsenin tasavvur edemediği anlamlar yükleyerek çarpıcı nüanslar kazandıran, onlara yeni ufuklar açan, duyguları söylenebilme imkânlarının son haddiyle dile getiren, insan muhayyilesinin müntehâsını zorlayacak ifâdeleri terennüm eden muhteşem bir erbâb-ı kalemdi. Bu yüzden O, isminin müterâdifi olan “Üstâd” sıfatını kâmil mânâsıyla hak etmiş, hiç boşluk bırakmadan, hatta taşacak bir biçimde üstad kelimesinin içini bihakkın doldurmuş ve hatta üstad sıfatı bile O’nu ifâde etmek için yetersiz kalmıştı. Çünkü üstad kelimesi, Hâşim’in ifâdesiyle, “ehliyetin son olgunluk mertebesi” olup “dâhînin bir derece aşağısıydı.” O; üstad kavramını aşan birisi, hakkıyla ifâde etmek gerekirse ‘Üstadların Dâhîsi’ydi.

Hülâsâ O; şiirde, nesirde, tefekkürde, hitâbette zirveyi tutan; edebiyatın birçok sahasında, tiyatro, hikâye, roman, tarih, biyografi, inceleme, deneme, fıkra, makâle ve mîzah dallarında, fikrî ve felsefî alanlarda, din ve tasavvuf mevzuunda mühim eserler veren; ilgi çekici bir hayatın, müstesnâ bir sanatın ve çaplı bir şahsiyetin sâhibiydi. O, şiirdeki tartışılmaz büyüklüğünün yanında; birçok konuya derin vukûfiyeti olan bir muharrirdi. O, şiirdeki kudreti ve bir dâvâ adamı olarak yılmaz tavrı eksik ve naif taraflarını setreden “Çile”li bir mustaripti.

O; kabiliyetinin, özelliklerinin, üstünlüklerinin ve dehâsının farkında olan ve bu konuda hiç de mütevâzılık göstermeyen, aksine mütehâkkim olan, kendini beğenen ve kendine güvenen bir şahsiyetti. O; hayatı boyunca ruhundaki cezbesi hiç eksilmeyen, yüreğindeki coşkusu hiç durulmayan, hitabetindeki hükmedici üslûbu hiçbir şartta zevâl bulmayan, enerjisi hiç tükenmeyen, yazılarında ve özel hayatında da otoriter tavrından hiç taviz vermeyen güç bir adam, hükümranlığını her an hissettiren güçlü bir adam ve  “öz vatanında parya”[1] muamelesi gören “Mâsum Anadolu”nun sesi olmuş kalem ve kelâm gücü her zaman ve zeminde zirveleri tutmuş ve zâlimler karşısında dimdik durmuş olan ve zinhar ricat ehli olmayan mağrur bir mücâhitti.

O; inanılmaz medler ve cezirler yaşayan, buhranlar geçiren, fırtınalar atlatan, iç dünyasındaki hafakanları dağıtmak için fikir çilesiyle baş başa kalan nev’i şahsına münhasır bir yazardı. O; insan ve toplumun içinde bulunduğu sıkıntıları, çatışmaları, psikolojik hâlleri, eşyâ ve tabiatın künhüne vâkıf olmak için yaşanan hafakanları, ölüm gerçeği karşısında kulun acziyetini, mustarip “ben”in yalnızlığını, “ben” içinde yaşanan çatışmaları, hesaplaşmaları ve çözüm yollarını gösteren bir tefekkür burcuydu. O; katıksız bir îman şâiri, kalemini kılıç gibi kullanan bir yazar, muhteşem bir sanatkâr, dâhî bir mütefekkir, muazzam bir hatip, gerçek bir münevver, yılmaz bir inanç ve dâvâ âbidesi, ideâlist bir aksiyoner, tâvizsiz bir “Büyük Doğucu” ve şimdilerde teorik plânda kalsa da bir devrin genç nesillerinin rûhunda heyecan uyandıran “İdeolocya Örgüsü”nün müellifiydi.

 O; şiirde farklı bir çıkış yaparak çağımızın buhranlarını dile getiren, Yunus’un derûnî sesinin, Fuzûlî’nin yakıcı nefesinin, Nedim’in sevgisinin, Nef’i’nin öfkesinin, Nâbî’nin hikmetli söyleyişinin, Şeyh Galip’in İlâhî aşkının, Zîyâ Paşa’nın hicvinin, Abdulhak Hâmid’in metafizik ürpertisinin, Mehmet Âkif’in dînî duyarlılığının, Yahyâ Kemâl’in tarih şuurunun terkibini yapan ve “Anamızın ağzımızdaki ak sütü”[2]  olan güzel Türkçe’mizi çok efsûnkâr bir biçimde “hâs şiir”le buluşturan ve bu yüzden de “Sultânü’ş-Şuarâ”[3] unvânını her yönüyle hak eden dâhî bir îman şâiriydi.

O; bütün şiirlerini hece vezniyle yazmış, millî veznimize kentli bir muhtevâ kazandırmış; modern şiir ölçüleriyle, insanın kâinattaki yerini, hayatın soylu acılarını, iç âlemin gizli duygu ve ihtiraslarını, ölüm ve ölüm ötesini, madde ve ruh problemlerini, ebedî dünyayı ve “Sonsuz’a varmayı” anlatmıştı…  O, şiirlerinde; “boşluğu ense kökünde” gezdiren insanın “kızılca kıyâmet” kopartarak “öz ağzından kafatasını kusmasını”, “kül ettiği can elmasını”[4] terennüm ederken çok orijinal söz gruplarını ve sıra dışı benzetmeleri edebiyatımıza kazandırmıştı.  O, sürekli infilak hâlindeki bir yanardağ olup; ufuklarımızdaki zifiri karanlığı fecr-i sâdıka çevirecek olan tek istikâmetin “Kıble”, tek gerçeğin “Mutlak Hakîkât”, bu menzile ulaşabilme yolunun da “Sonsuzluk Kervanı”na[5] dehâlet olduğunu bütün dünyaya haykıran bir volkandı.

O; sadece şâirane hayallerin peşinde olan, depresif tiyatro densizlikleriyle vakit geçiren, sathî düşüncelerle zaman öldüren bir edip değildi. O, öyle bir erbâb-ı kalemdi ki; kalemi sadece ufukları zorlamakla kalmaz, ufkumuzda olup da göz ardı edilenlerle birlikte, ufuk çizgimizin ardındakileri ve Mâverâ’dan gelen lâhutî esintileri de en lâtif ifâdelerle dile getirirdi. O; bilip de farkında ol/a/madığımız güzellikleri, unutturulmak istenen bize ait değerleri, unutulmaz bir biçim ve çok etkili bir tarzda bizlere anlatırdı.

O; İslâm’ın özünü anlayan ve anlatan, yaratılış gâyesini idrâk edemeyen hiçbir muhâkemenin idrâksizliğin ötesine geçemeyeceğini bilen ve bildiren, İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi gerektiğini kavrayan ve kavratan, hayâtın ve ölümün murâkabesini eserleriyle en güzel bir biçimde yapan ve yaptıran, aksiyonsuz bir îmana düşüncelerinde aslâ yer vermeyen, nesillerin muhtaç olduğu fikir yoksulluğunu hayatı boyunca telafi etmeye çalışan ve bütün eserlerinde “olağan”ın ötesine geçerek, “Aşkın” olanla, yâni  “Müteâl” olanla irtibâtımızı sağlayan, “kâl”iyle “hâl”i arasında mesafeler bulunan inançlı bir mü’mindi.

                O, Batılılaşma maceramızı en güzel bir biçimde ve en basit ifâdelerle anlattı. O, “Benim adım Bay Necip, babamınki Fâzıl Bey”[6] dizesiyle ciltler dolusu bir kitabın anlatabileceği gerçeği; bu kadar yalın, bu kadar çarpıcı ve bu kadar hüküm verici bir şekilde bir mısrada ifâde etti. “Ana hazînesinin anahtarını ceketinin astarında kaybetmiş”[7] Güneş’i başka iklimlerde arayan Doğu Âlemi’ninin tahlilini yaparken “Doğunun doğuşu”[8]nu dile getirdi ve “Batılaşma” çabalarının yanlışlığını ve zilletten kurtuluş çâresinin İslâm Medeniyeti’nde aranması gerektiğini tek cümlede özetledi.  O’na göre bütün mesele; İslâm’ın aydınlık ikliminde eşya ve hâdiseleri yeniden değerlendirmek, “Batıyı Doğuyla beraberce lif lif en mahrem köklerine kadar”[9]  çözmek, demet demet toplamak, düğüm düğüm çerçevelemek ve “yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzûmesi”[10]  hâlinde “Büyük Doğu” ideâlini bayraklaştırmaktı. O; bu günkü geldiğimiz noktayı, üç katlı bir ev sembolüyle, her katın durumunu bir nesle hasrederek târif etti, üç katta 80 yılın tahlîlini en çarpıcı bir biçimde ortaya koydu, sehl-i mümtenî tarzıyla bir mîzân çıkardı ve müthiş bir “Muhâsebe”[11] yaptı.

O; büyük kalabalıkları teshir edebilen mükemmel bir hatipti. O’nun gür sesi ve müthiş hitâbet gücü dinleyenleri büyüler, gönülleri dalgalandırır, konuya hâkimiyeti, felsefî derinliği ve millî yorumlarıyla muhataplarını etkiler, kısa sürede ruhlara nüfuz eder, meydanları aşka getirirdi… O, tâvizsiz bir kişilikti... Yılmayan bir irâde, tükenmeyen bir enerji, eğilmeden dimdik ayakta duran kendinden emin bir yalçın dağdı. O; gerektiğinde noktasız, virgülsüz hitap etmiş, dur-durak bilmeden yazmış ve söylemiş, rakiplerini yıldırmış bir polemik erbâbıydı. O, taşı gediğine koyan hazır cevap bir insan ve müthiş bir nüktedandı.

DEVAMI YARIN

[1] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sakarya Türküsü, 399
[2] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860 – 1923), Yahyâ Kemâl Beyatlı, 732
[3] Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Necip Fâzıl Kısakürek’e “Sultânü’ş-Şuara” (Şâirler Sultanı) unvanı verilmiş ve konuyla ilgili şahadetname, Üstad’ın doğumunun 75. Yılı münâsebetiyle 25 Mayıs 1980 tarihinde kendisine takdim edilmiştir.
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Çile, 16-20
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sonsuzluk Kervanı, 63
[6] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Destan, 406
[7] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 38 
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 7
[9] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 38
[10] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 7
[11] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Muhasebe, 402