Doğumunun 120., Hakk’a yürümesinin 41. Yılında Üstad necip fazıl Kısakürek - II (Doğumu: 26 Mayıs 1904 - Ölümü: 25 Mayıs1983) -2

O; Türk ve Türklük kavramlarını ırkî değil rûhî muhteva ile târif etmiş ve milliyetçilik anlayışını da “ırkî ayniyette değil, ruhî muhtevâ eşliğinde” gördüğü için “Milliyetçilik, asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvâri eritir.” diyerek; “İslâm inkılabında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçilerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhtevân, madde değil ruh, mekân değil zaman işi” olarak telâkkî ettiğini altını çizerek vurgulamıştır.
O; milliyetçilikle, kavmiyetçilik arasındaki “kıldan ince kılıçtan keskin” farklılığı çok iyi bildiği için bu konuda düşüncelerini; “Tıpkı şeriata baş kesmekle, onun yasak etmediği sâhalarda hudutsuz bir salâhiyet ve memûriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de topyekûn insanlık kadrosunda rûhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o rûhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyâkat ifâdesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkûresinden ibârettir. Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkûresi; ırk, kavim ve soy ifâdesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir. İslâm inkılâbında Şeriatle hudutlu akıl, hakîkatte nasıl hudutsuz aklın tâ kendisiyse, yine onunla hudutlu milliyetçilik de hakîkate hudutsuz milliyetçiliğin tâ kendisidir.” diye ifâde etmiştir.
O; milliyetçiliği, milletin ümmet içindeki hizmet ve fazîlet yarışı olarak görmüş; İslâm’ın haram kıldığı ve yasakladığı ırkçılığı / kavmiyetçiliği şiddetle reddetmiş, “hâlis bir Türk” olarak bütün mukaddesâtıyla Türklüğe müdrik olduğunu şiirlerinde, yazılarında ve konuşmalarında özellikle dile getirmiş, milliyetçiliğin madde değil ruh plânında aranması gerektiğini mükerreren ifâde etmiş ve İslâm rûhunun şekillendirdiği dinî muhtevalı bir millet ve milliyetçilik anlayışının savunucusu olmuştur.
O; böyle inandığı ve düşündüğü için gençlere; “Vatanı bir uçtan öbür uca saf Türk unsurundan ibaret kılacak ve bütün bu noktalar arasında senfonik bir mimarî ahengi kuracaksınız!” hitâbıyla seslenmiş; “Namusun değersiz hale getirildiği bir hengâmede ‘Müslümanım ve Türküm!’ diyen ve hedefi bu ulvî gayede toplayan bir gençliğe resmî ve hususî bir katliam yapılmakta ve yaptırılmaktadır.” demiş, “Gerçek Türk’ün ruh köküne bağlı yeni bir gençlik” yetişmesi için çıra gibi yanmış, beyinlere ve gönüllere ışık tutmuş, gençliğin kâmil mânâda “Müslüman Türk” kimliğine sâhip olması için son nefesine kadar mücâdele etmiştir.
O; millî şuurun ve milliyetin ne demek olduğunu, Müslüman Türk kimliğini ve Türk milletine duyduğu muhabbeti; “Türk’te bozulan ancak Türk’te düzelebilir. Türk’te düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.” diyerek çok veciz bir biçimde dile getirmiş, “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle” diye târif ettiği gençliğin Anadolu’da yeniden ayağa kalkması ve medeniyet tasavvuru olan bir hareketin yeniden kendi “ruh köküne” sahip çıkması gerektiğine bütün kalbiyle îman ettiği için; “Yiğit, düştüğü yerden kalkar”, “Yitik, kaybedildiği yerde aranır” anlayışını çok veciz cümlelerle ifâde etmiştir.
O; İslâm dünyasının ümidinin Türk milleti olduğunu ifâde etmiş ve “İslâmiyetin hâmisinin Türkler olduğunu ve dirilişin Türklerle başlayacağını” defaatle dile getirmiş; İslâm ümmetinin ayağa
kalkmasının Türklerin yeniden kendi ruh kökleri üzerine kıyâma durmasıyla mümkün olduğunu söylemiş ve Türk’ün kim olduğunu; “Abbasiler devrinde gölgelenen ve paslanan İslâm, nihayet Orta Asya çöllerinden kasırga gibi esici, yeni insan ve kâinattan habersiz fakat saffetli ve lekesiz bir ırkın eline geçti. İsmi ‘Türk’ olan bu ırk, ilk defa rûhunu İslâm teknesinde yoğurdu, düşünebilme haysiyetine İslâm’da kavuştu. Kahramanlıkla aşk ve imanı bir araya getirince de 16. asra kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu, İmperium Romanum’a taş çıkartan imparatorluğunu kurdu.