Doğumunun 120., Hakk’a yürümesinin 41. Yılında Üstad necip fazıl Kısakürek - II (Doğumu: 26 Mayıs 1904 - Ölümü: 25 Mayıs1983) -3

Üç kıtadan ibaret medeniyet dünyasının kilit noktasına çöktü ve Seyfü’l-İslâm oldu.”[1]  cümleleriyle anlatmış ve bir şiirinde;
“Asırlık Garp plânı,
Türk rûhunda kargaşa!
Tek maksat bu yollardan,
Türk’ü getirmek tuşa.
Ermeni, Kürt, komünist
Bak şu sarmaş-dolaşa!
Ayaklı kötürümler,
Haydi, kalkın marş-marşa!
Budur Türk’ün bağrından
Yükselen duâ, Arş’a!”[2]
diyerek duygu ve düşüncelerini Maraşlı bir Oğuz Türkü olarak çok coşkulu bir biçimde terennüm etmiştir.
O; İslâm Birliği ideâlini savunurken, Müslüman ülkeler ve milletler içinde bu işe liderlik yapabilecek özelliklerin, tarihî tecrübe ve fıtrî hususiyet îtibâriyle sadece Türk milletinde bulunduğuna inandığı için şu görüşünü mükereren dile getirmiştir: “Dünya çapında İslâm kalkışı davasını Türkiye dışındaki ülkelerden beklemek hayâldir. Bu ülkelerden hemen hepsi, eski teşbihimizle, kâidesi îman, zirvesi küfür, olan birer ehram... Kâide, yâni halk Müslüman, zirve, yâni güdücüler kadrosu İslâm’a zıt... Malûm Batılılık ve Batıcılık ocağının işporta aydınları... Uzun zaman Türk hegemonyası altında kalmış olan bu ülkeler insan sayıları ve devlet genişlikleri ne olursa olsun, tarihî bir imtiyazın kazandığı hüküm olarak, İlâhî takdir ile Türk'ü model tanıma mevkiinde kalmışlardır. Emevî ve Abbasiler boyunca büyük İslâmi Arap İmparatorluğundan sonra, Müslüman toplumlardan hiçbiri, sâdece Türk müstesna, devlet kurabilme tâkatine ulaşamamıştır. ‘Devlet-i ebed müddet’ tâbiriyle çerçevelenen bu tâkat ise Türk’te, 17. Asra kadar sürmüş ve ondan sonra kendisini hazin bir müdafaaya çekmiştir.”[3] Ve O; “Ey Türk rûhumun atomu! Çatla ve ideâlinin baş harflerini göklere yaz!”[4] diyerek İslâm’ın hâmisinin Türkler olduğunu ve dirilişin Türklerle başlayacağını vecd hâlinde haykırmıştır.
O; “İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâm’a bağlı Türk rûhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!.. Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik…”[5] demiş ve bu konudaki görüşlerini de şöyle ifâde etmiştir: “Allah ve Resûlünü en çok sevdiği yahut en çok seveceği yahut da en çok sevmeye memur edeceği için Türk’ü sevmek, onun şahsî ve kavmî ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine serpiştirmek ve bütün zaman ve mekân boyunca bu rûhu geliştirmek, kalıplaştırmak, billûrlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibâret olan üstün milliyetçilik, ruhî muhteva dışı ırk ve kavim sebebine değil, ruhî muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkûredir ki, usul ve sistemini de her millete veren, böylece darlık ve hasislik çemberini kıran, dünya çapında bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır.”[6] O, kendisini; “Biz, evvelâ ve ana gaye olarak ciğerlerine kadar Müslüman, sonra dibine kadar Türk ve sonra sapına kadar erkek insanlarız.” diye târif eylemiş, “Türklüğüyle iftihar etmiş” , “Ölümsüz kahraman Türk”ü “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” diye vasfetmiş ve;
“Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yoklu izinden git, KILAVUZ'un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!”
dizeleriyle devam eden “Büyük Doğu Marşı”nda milliyetçilik ve Türklük mefhumunun ne demek olduğunu Necip Fâzıl şiir dilinin murassâ mısrâlarıyla ve nesirlerinde kaleme aldığı şâheser cümlelerle Türk milliyetçisi olduğunu bütün cihâna îlan etmiştir.
Necip Fâzıl; “Nutuklarımı Türkçe söylüyorum, yarın öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim.” ifâdesiyle “Türkçe” sevdâsını dile getirmiştir. O; Türkçenin zarâfet ve nezâfetini “bülbül”le eş tutup; “Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan İstanbul, İstanbul” demiş ve Türkçeye olan muhabbetini de “Anne kokan bir Türkçem” ifâdesiyle anlatmıştır. Necip Fâzıl; lîsânımızdaki “Türkçeleşmiş Türkçe” kelimeleri îdam etmeye çalışan, çok zengin ve çok güzel bir dil olan Türkçemizi medeniyet kültürümüzden, Kur’ânî Türkçeden ve Türk Dünyası’ndaki müşterek kelime ve kavramlardan uzaklaştırıp, basit, ifâde gücü zayıf ve metafizik mefhumlardan âzâde bir kabile diline çevirmek için “Öz Türkçecilik” (!) ve “dili arılaştırma” (?) adı altında yapılan akıl, ilim, mantık dışı metotlar, jakoben uygulamalar ve art niyetli kelime katliamları karşısındaki öfkesini “Hâlimiz” başlık uzun manzûmesinde dizelere dökmüş ve bu şiirin son bölümünde de Türk’e münhasır duygularını şu mısrâlarla dile getirmiştir:
“Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil, yâhut ben Türk değilim.
Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim; Allah, Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.” (Devam edecek)