Gençler; Eleştirim Çok Kırıcı, Lütfen Kızmayın Bana

Sağlık kurumları gözetiminde gebelik izlem testleri, moral destekli hamilelik kontrolleri, uzman müdahalesinde doğum, hazır bezler, aşılar, vitaminler, hijyenik koruma, kreş eğitimleri, zengin beslenme cetvelleri, spor, müzik, beceri kursları, dil öğrenme takvimleri, sosyalleşme seansları, görgü-temizlik-düzen, giyim-bakım, öğretmen-okul seçimi, asri yetiştirme programları, şu-bu gibi uyumsal tekniklerle dolu kişisel gelişim gayret, telaş ve endişeleri olmazdı bizim velilerimizde. Yoksulluk ve sefaletle sarmal, çileli geçen çocukluğumuzda kaderimizi ve kederimizi hep zaman ve güncel şartlar belirlerdi.

Doğal ilaçlar, halk hekimliği, dua ritüelleri, doğum, düğün, ölüm vs. gibi geleneksel metodlarda bilgi, beceri, görenek ve saygınlığını ispat etmiş bir Osmanlı kadın gözetiminde, sancısı tutan kadınlara müdahale edilir, onun talimatları ve kuralları dahilinde doğumlar gerçekleşirdi.

Çilekeş annelerimize lohusalık dönemlerinde bile kimse yardım etmezdi. Helede harman-hasat zamanıysa bu doğumlar, onlara yardım için boşa çıkartılıp, ilgisine, şefkatine, bakım ve refakatine bir refika bile görevlendirmezdi. Lohusalık ve dinlenme süreleri inanın iki günü geçmezdi. Doğumunun en geç ikinci gününde kalkıp, işlerine kaldığı yerden devam ederdi.

Zaten her evde en geç kadınlar yatar, en erken yine onlar kalkardı. İnek, dana, ev-bark, tarla-tapan; saniyeleri boş geçmezdi. Gün ışımadan horantayı kaldırır, döşşekleri deşirir, evin “Zabah Ekmâni” hazırlar, gapıyı-peceyi süpürür, ezan vakti inekleri, öğlen vakti koyunları sağar, gapıyı-peceyi, evi-ahırı temizler, yapmaları yapar, tavuğu-cücüğü yemler, mala-davara, ırgatlığa gidenlerin azıklarını kor, tüm işleri sırasında ve süresinde yetiştirir, herkes gibi o da tarlanın yolunu tutardı.

Bebek mi ağladı? emzirir, höllüğünü eler ısıtır, kundağına sarar, uyutur yine işine. Tarlada erkekler sadece tırpan biçip yatarken, kadınlar zôoları desteler, anadutla desteleri toplar yığınları yığar, tüm tarlaya tırmık çeker, her öğün ekmek-aş hazırlar, kağnıyı-at arabasını koşar, eşeğin semerini vurur, gıtı-gıran düm öteberileri deşirir, en ufağından en büyüğüne tüm işleri herzaman onlar yapardı. Köleden kıymetsiz, her işe amade, sesi-soluğu çıkmadan çalışan, seri hizmetkar birer emir kullarıydı.

Tabiiki onlara yöneltilen tüm emir ve talimatlar rica ve iltifatlarla değil, afra-tafra, azar ve küfürlerle yapılırdı. Kadına sert davranan erkeğin itibar kalitesinin yüksek olduğu bir dönemde, en küçük bir gecikme veya en ufak bir hatalarında dayakları hazırdı. Babası, annesi, kardeşleri, akrabaları, arkadaşları dahil gelin olduğu evin izni olmadan kimseyle görüşme şansları yoktu. Onlarda gelemezdi. Sürekli küfür, sürekli horlama, sürekli azar... Ben çocukluğumda kaç kere gizliden gizliye içli içli ağlayan kadınlar görürdüm.

Yırtık-pırtık fistanları, yamalı-yumalı giysileri olurdu. Çoraplı, ayakkabılı bir kadın görünce şaşırırdım. Dağda-bayırda, yolda-belde, bağda-bostanda hep yalınayak yürürlerdi. Topukları yarık, ağzı-yüzü yara, dudakları kavruk, benizleri soluk, kemikleri çıkık hepsi birer hortlak gibiydi. Yakıcı güneşin kavurduğu, ağaçsız, kıraç, çöl görünümlü, verimsiz, bozkır toprakların diken dolu tarlalarında gün boyu yayan-yapıldak koşuştururlar, bezgin ve bıkkın bakarlardı. Ekin yığınlarının dibindeki saplara, yada çatılmış iki deynek üstüne gerdikleri mintan, bürük, saho, atkı, sufra vs.den teşkil basit bir gölgeliğe bebeklerini yatırır, her ağladıklarında koşup emzirir, höllüğüne beler, kurt-kuş almasın diyede sürekli kontrol ederlerdi. Bebeklerin ağzına-burnuna en ufacık rüzgarda bile toz-gubür dolar, sinekler, arılar, buğalekler konar, hijyene-hastalığa korunaksız aç-bilaç, sersefil yatardı. Sütleri zaten hiç yetmezdiki.. İştahları kapalı, bedenleri cansız, morallari bozuk, umutları sönük, gülmeyi unutan ağlamaklı gözleriyle, stres yumağı ve dert küpü oldukları hallerinden okunurdu. Bu ızdıraplı yorgunlukla hangi kadının göğsünde bebeğini doyurabilecek süt birikebilir ki?. Çoğu zaman aç bebekleri ağladığında, boynundaki emziği toz şekere bandırıp ağzına verir, zaman kaybetmeden yine dönerlerdi ırgat işlerine…

Hiyerarşik düzenin en zirvesinde kayınbaba ve kaynana vardı. Daha sonra büyüğünden küçüğüne kayınlar ve görümceler gelirdi. Hepsine hizmetkar, hepsinin buyruğu altındaydılar.

Köy yeri. Sağlık ocağı yok. Yol yok, araba yok, elektrik yok, su yok. İlacı iğneyi zaten kimse bilmez. Çamaşırlar kille, bulaşıklar kumla yıkanır. Elbise yok, ayakkabı yok, deterjan yok, hijyen yok, meyveyi-sebzeyi kim görmüş. Mikrop-salgın kol gezer. Herşeyden, her imkandan mahrumsun. Hastalıklar, ölümler, felç, sakatlık diz boyu. Doğan çocukların nerdeyse yarısı ölüyor yada sakat kalıyor. Çilekeş analarımız saçını süpürge etmiş ne fayda. Ağıt, acı, çile, uykusuzluk, yorgunluk, yoksulluk çorak bozkırın kaderiydi adeta.

Neyseki biz bütün salgınlardan, mikroplardan, açlık, sefalet, felç, hayvan saldırıları, kavgalar, döğüşler, yangın, boğulma, düşme, kaybolma, donma vs. tüm tehlike ve sıkıntılardan başarıyla sıyrılıp, sağ ve sağlıklıca hayata tutunabilen şanslı çocuklardık. Ne yedik, ne içtik, nasıl yaşadık, nasıl korunduk, nerde büyüdük, nasıl bilgi, beceri, edep-erkan kazandık, uyum-iletişim, sanat, zanaat, görgü-görenek eğitimlerimizi kim verdi, birikimimiz, donanımımız nasıl oluştu, doğal gelişen bu programlardan hangi karneyle mezun olduk vallahi anlamış değiliz.

Saksıda bir çiçek gibi büyütülen günümüz çocuklarına gelişim süreçlerimize anlatsak çoğu inanmaz. O günkü olumsuz koşullarda doğma-büyüme şartlarımızı, bugünün çocuklarındaki sınırsız donatıya sahip imkanlarla karşılaştırıp, yetiştirilme güzergahlarımızda acaba hangi eğitim ve yetiştirilme modelleri doğru ve etkin diye birde sizlerin değerlendirmesine bir soru arzetsem.

Tabiiki çocuk ölümleri, sakatlıklar ve kalıtsal hastalıkları yüzde 99 oranında önleyen bilim kurullarını ve milli sağlık politikalarımızı eleştirecek kadar hadsiz değilim. Bu alanda olumlu yönde kazandığımız ivmelere, aşı, ilaç, hijyen, kişisel temizlik ürünleri, teknolojik donanım vs. gibi çok yönlü artı nimetlerimize elbetteki hepimiz şükrediyoruz. Ben sadece eski-yeni eğitim, beceri ve hayata adaptasyon modellerimizle, aşamaları karşılaştırılsa, acaba eskisimi, yoksa yenisimi doğru diye soracağım?. Yani okul, aile ve çevre üçgeninde gelişen yetiştirilme sistemlerimiz analiz edildiğinde, bizmi doğru yetişmişiz, yoksa yeni nesillermi doğru yetişiyor diyorum. Ne diyeceksiniz inanın merak ediyorum.

Biliyorsunuz ki şimdiki çocuklar en modern teknikler, en yüksek masraflar, en donatılı okullar, akıllı sınıflar, branşı bol, kadrosu geniş kolejler ve kurslarda okutuluyor. En asri bilgiler yüklenirken, servisleriyle evlerinden alınıp, kalorisine kadar hesaplanan kahvaltılarından yemeklerine okullarında veriliyor. Isınma, aydınlatma, defter, kalem, kitap kıtlığı, ne giyeyim, ne yiyeyim, nasıl gideyim vs endişeleri olmadan, konforlu odalarında, son sistem bilgisayarları, onlarca çeşit giysileri, botları ve ayakkabılarıyla pırıl pırıl evlerde prensler-prensesler gibi yaşatılıyor. Gezi, piknik, müzik, spor, yaz tatili, kış tatili, özel gün ve geceler gibi birçok sanatsal ve sosyal aktiviteleri, rehberlik ve psikolojik takviyeleri, her branştan ders, her dalda beceri kursları gibi onlarca bilgi, belge ve sosyaliterle büyütülüyor. Gak deyince yemek, guk deyince içecek her hizmet ayaklarında…

Buna rağmen topluma katkıları, sosyal hayata uyumları, vatana-millete vefa ve fedakarlık, milli-manevi duygularındaki samimiyet ortada. Bu yöndeki eleştiri ve önerilerimiz belki kırıcı olur veya haddimize ters düşebilir diye fazla detaylara girmek istemiyorum. Çünkü herşey ortada ve hepimiz görüyor, izliyoruz.

Peki biz hangi şartları aşarak geldik, hangi koşullarda yetiştirildik, milli-manevi duygularımızı, bilgi, beceri, edep ve erkanımızı nerde kazandık, yeni nesillerle açık ara farkedilir yönlerimizi, eski-yeni kriterler üzerinden karşılaştırsam cehaletle suçlarmısınız diye çekiniyorum da.

Biliyorsunuz bizde kitap, defter, kalem, çanta, ısınma-aydınlatma, sıra-masa vs. yok denecek kadar kıtdı. Çorapsız-ayakkabısız çıplak ayaklarımızla çamur-çaylak yolları tepip, saldırgan köpeklerden, çifte atan eşeklerden, üzerine koşan atlardan, tos vuran koçlardan-boğalardan, dayak atan haşarı çocuklardan, arıdan-kuştan-yılandan-çıyandan korunarak dam okullarımıza giderdik. Giderkende kucağımızda tezek, kerme, kesmik, yakacak taşıyarak dere-tepe aşar ulaşırdık. Sobalarımızı kendimiz yakar, okul ve çevre temziliğini kendimiz yapardık. Kabansız-botsuz-sahosuz, mintansız, kazaksız titreyerek oturduğumuz o toprak damlı sınıflarda çok katı bir disiplin, çok detay saygı ritüelleriyle eğitim görürdük. Öğretmenimizi sadece okulda değil, bağ-da bahçede, nerde görürsek görelim, hazır ola geçer, baş selamı verir, bir emri olup olmadığını sorardık. İçeride, dışarıda nerde olursan ol, ailemizin yanında bile onlardan dayak yememiz normaldi.

Sadece öğretmenden mi?. Köyün tüm büyüklerinden, öğretmenden, imamdan, emmiden, bibiden, haladan, dayıdan, bekçiden, Hashastan, hacıdcan, hocadan herkesten, evde-okulda, sokakta sürekli şiddet, sürekli azarlama, sürekli yumuş, sürekli talimat. Yaşımıza bakılmaksızın gücümüzün yettiği her işte çalıştırılarak büyüdük. Hiçbir işimiz olmasa bile her çocuk mutlaka pınarlardan günde en az on sefer evine su çekmekle hemhaldi. Malların samanı, itlerin yalı, tavukların yemi, altlarının temizliği, saman, saçkı hep bir meşguliyet, hep bir koşuşturma içindeydik. Büyüklerimiz bizi istediği yerde, istediği zaman her yumuşa salar, yapmadığımızda döver, birde performansımızı ailemize şikayet ederdi. Küçük-büyük herkes ama herkes çalışmak zorundaydı. Zaten boş duran bir çocuğa kendi arkadaşları bile değer vermez, hiç bir işe yaramadığından iş vermiyorlar diye aşağılayıp, küçümserlerdi.

Ben evimizin en küçüğü, babamın, annemin ve kardeşlerimin en gözdesi olmama rağmen bu meşguliyetlerin çoğuyla hemhaldim. Ev horantası beni kul-kurban olarak sever, sırtlarında gezdirir, günde 300 kere öperdiler. Ellerine ne geçse bana yedirirlerdi. Nerde görseler “Lan Gurbanım Sana Kolesi Olduğum, Evine Vardığım, Gapısında Öldüğüm” diyerek sürekli iltifatlar yağdırırlardı. Buna rağmen tarlalarımıza azık götürür, pınarlardan su çeker, bağdan üzüm getirir, tavuğu-cücüğü yemler, itlerin yalını garar, kuzularımızı, koyunlarımızı, inekleri-danaları, öküzleri yaymak için mal gütmeye gönderilirdim.

Mal gütme deyip geçmeyin hâ... İnanın tam bir yöneticilik, sevk ve idare sanatıydı mal gütme. O zamanların en kolay işiydi belki; ama aşırı dikkat, yüksek zeka, çeviklik ve atiklik gerektiren çok ağır bir uğraştı. Güttüğünüz malda akıl yok, fikir yok. Onun bunun bağına-bahçesine-tarlasına dalan deli-dolu keçiler-koyunlar, Buğalek sineği yapışınca herkesin tarlasına transit girip talan eden, dağ-bayır kaçan cinli inekler, karşılaşı karşılaşmaz birbirine saldıran öküzler-tosunlar, çılgın atlar, huysuz katırlar, boğuşan itler, döğüşen çocuklar, mülkiyetine yaklaşınca yhakalayıp gebertircesine döven, kovalayan ekin-bostan sahipleri, daha neler neler… O zamanlar kimse kimseyi lafla-sözle, rica-mimmet ile ikna etme zahmetine neye girmezdi. Güçlü olan güçsüzü hiç sorgulamadan, anında döver cezalandırırdı. Yav dövmede böyle mi olur, hemde taş,deynek, gom, çağ, dalgara, toyaha, cerek, zırıh, meses eline ne geçerse.. Duluğun, duşgan, eyâan, pöçüğün, inciğin, şafadın neren denk gelirse. Çal ha çal.

Anlatabiliyormuyum, güttüğün o malların hiçbiri, kesinlikle ve kesinlikle hiç kimsenin bağına-bahçesine, tarlasına bırak girmeyi yaklaşmayacak bile. Artı yanında-yakınında yayılan hiç kimsenin sürüsünede karışmayacak. Derede-tepede-çayda, ırmakta hiçbirini kaybetmeyeceksin, kurda-kuşa yem etmeyeceksin. Otlu-sulu yerlerde yayıp doyuracaksın. Ondan-bundan azar işitmeyecek, evine laf, söz, bela getirmeyeceksin. Çok dikkatli, soğukkanlı ve çevik olacaksın. Yetmiyor olgun ve diplomatik bir zekaya sahip olacak, herkese, her ortama sosyal uyum göstereceksin.

O zamanlar her köyün otlağı, merası, yaylak arazisi çok az. Her yer ekili. Buna rağmen her taraf mal uşağı ve sürüleriyle doluydu. Mal güdüyorsan rekabete dayalı adeta bir kurtlar sofrasındasın. Kimseyle dövüşmemeye gayret gösterecek, dövüşmektende geri durmayacaksın. Hemen hemende hergün dövüşmekten başkada bir çare yoktu sanki. Düşman kazanınca alanımızın dahada daralacağını zaten biliyoruz. Sıkıntılı sınırları, tampon bölgeleri, deli bekçileri, kurnaz çobanları, şiddet uygulayan mülkiyet sahiplerini, kavgacı arkadaşları herşeyi ama herşeyi çok iyi hesap edecek, hayvanlarına, aile ekonomisine, huzuruna, düzenine zarar ve şer getirmeyeceksin. O çocuk yaştaki görev ve sorumluluklarımız bunlar düşünebiliyormusunuz.

Devlet hazinesine ait dere ve öz kenarlarıyla, köyün ortak mülkiyeti olan otlak ve yaylaklar haricinde her karış alan şahsi mülkiyet. Sevk ve idaresi çok zor olan mallarımızı bu dar ve sıkıntılı koridorlardan geçirip meralara, çevliklere ulaşabiliyorduk. Dikkat ederseniz daha o yaşımızda sevk ve idare sanatını, detay yönetim taktiklerini uygulayarak öğreniyoruz. Yani bir nevi ekonomi, dış politika, hukuk, eğitim, adalet, aile ve sosyal politikalar gibi her branşta hata götürmeyen tam uygulamalı eğitimlerden geçiyorduk. Yani bugünkü Bakanların, Genel Müdürlerin, Başbakanların, üst düzey bürokratların bile altından zor kalktığı çok yönlü yöneticiliği biz 5-6 yaşlarımızda bile ifa ediyorduk.

Zaten bir çocuğun hayata tutunabilmesi için kesinlikle ve kesinlikle becerikli olması şarttı. Mesela silah ve sevk aleti olarak kullandığımız, elimizden eksik etmediğimiz çoban değneklerimizi özlü ağaç ve çalılardan kesip, ölçü ve gılavını kendimize göre ayarlar, uçlarını torna gibi tomurur, orantılı yaktığımız bir saman ateşiyle tütsüler, çok şekilli, çok şık çok sanatsal bir estetikte deynekler yapardık. Su, rüzgar ve hayvan güçlerini kullanarak mühendislik tasarımı ve ergonomik dizaynı bütünüyle kendimize ait yel değirmenleri, su değirmenleri, kayık, düdük, kızak, kağnı, gergeç, korkuluk, balık dalyanı, yük römorku vs. gibi farklı düzeneklerde icatlar çıkarırdık. Kamış, Gufa, çitilgi, orkide yaprakları, gabaldız, fığ. vs gibi kaba otlu doğal nimetleri değerlendirir, hayatımızı kolaylaştıran güncellikte minder, gölgelik, haymalık, korunak, sedir vs. gibi konforlar yaratırdık. En küçük çocuklar bile işlemesi kolay olduğu için özellikle şemşamer (Ayçekirdeği) kökleri ve yuvarlak kabaklardan ilginç ilginç tasarımlarda çeşit çeşit oyuncaklarını kendileri yapardı.

Doğada hangi ot, hangi mantar, hangi meyve, çiçek, yaprak yenir, hangileri yenilmez, hangisi zehirli, hangisi zehirsiz, hangisi faydalı, hangisi faydasız aynen bir biyolog, bir farmakolog gibi tespitini yapar değerlendirirdik. Ağaçların en zirvesine tırmanır, suların en derinlerine dalardık. Kaçma, kovalama, isabetli taş atma, orantılı deynek fırlatma, gücümüzü ergonomik kullanma, akıllıyı-deliyi bilip ona göre davranma, oyun kurallarına, ekip ruhuna titzlikle uyma, üstlenilen görevi sıfır hata ile tamamlayabilme vs. gibi yaşam alanlarımızın tümünde sürekli strateji geliştirirdik. En akıllımız ve beceriklimiz kim ise gizliden gizliye onunla yarış ederdik.

Yav bu tedbir ve korkularımıza rağmen yinede hepimiz maceraperesttik. Örneğin sahiplerince çok sıkı korunan bağlardan-bahçelerden, ekibini, zamanını, detayını, kaçış-kurtuluş noktalarını, dalış mekanlarını, çalınacak ürünleri ve miktarlarını en ince detaylarına kadar hesaplayıp, hıyar, üzüm, kayısı, armut, kabak, şemşamer, domates, bostan-kelek, biber, soğan vs çalardık. Tam bir gerilla takdiğinde heyecanı ve adrenalini yüksek, organizesi akıl dolu, çok başarılı operasyonlarımız olurdu.

İlginç rekorlar denerdik. Kayadan atlama, en yüksek ağaca çıkma, birbirimizi hedef alıp fırlatarak taş döğüşü oynama, derin sulara dalma, tehlikeli hayvanlarla şov, gücümüzün üstü kişilerle kavga vs. gibi adrenalini yüksek, tehlike üzerine kurulu ekstrem rekorları denerdik. Bir nevi delilik yani. Oluşturduğumuz bu tehlikeli girişimlerimizde adrenalinimiz artarken, başarıya ulaşıncada endorfin hormonlarımız çok yükselirdi. Böylece kendimizi daha enerjik, uyanık ve daha tetikte hissederdik.

Her birimiz birer senarist, her birimiz birer dublör, her birimiz artisttik. Oyunlarımızı kendimiz yazar, rollerimizi kendimiz belirler, yüksek bir sanatsal disiplinle oynardık. Azıklarımızı tüm arkadaşlarımızla beraber açar, beraber yerdik. Paylaşmayı ve sosyalleşmeyi en doğalından, en mükemmelinden öğrenir, uygulardık. Küs olduğun arkadaşına bile ikram aile asaletinin göstergesiydi.

Çöl görünümlü bozkır arazide azığımız olmasa bile hiçbirimiz aç ve açıkta kalmazdık. En azından tabiat nimetlerini toplar, yenilebilir otları, bitkileri bilir yerdik. Zehirli, zehirsiz, tatlı-acı, yenir-yenmez her otu, çöpü, mantarı, yaprağı deneme yanılma metoduyla cesaretle tadar öğrenirdik. Kavgacı ve geçimsiz tiplerden korkmamıza rağmen onlarla nasıl geçinilebilir, dayak yemeden, kendimizi ve mallarımızı guruplarından dışlatmadan yanlarında nasıl güdülebilir, sıkıntılı durumlarda dişimizi onlara nasıl gösteririz çarelerini üretirdik.

Bağ-bostan hırsızlıklarında zaten hepimiz uzmandık. Güvene dayalı ekip ruhuyla, başarıya endeksli, her şeyi en ince noktalarına kadar hesaplanmış, geride iz bırakmayacak, aile adı ve itibarına laf-söz, zarar getirilmeyecek, köyde hırsız-haydut damgası yemeyecek, karalanmayacak şekilde, kesin sonuçlara ulaşma odaklı, gizlilik ve hedeflerinde çok operasyonel organize hırsızlık stratejileri ve projeleri geliştirirdik. Adam satma, ihbar etme, şikayet yalakalığı vs. gibi şahsiyetsizlikler kesinlikle olmazdı ve cezası büyüktü. Eğer öyle bir şerefsizlik olsa, o şahıs kalleşlik damgasıyla damgalanır, ömür boyu bu ayıptan kurtulamazdı. Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi, bahçe-bağ talanı dalışlarımızda, sahiplerine yakalanıp, “Yanındakilerden kim vardı” sorularına, saatlerce dayak yediği halde gıkını çıkarmayan, ötmeyen arkadaşlarımı bilirim.

Çok becerikli, başarılı ve karakterliydik. En güçsüzümüzden başlamak üzere birbirimizi koruyarak, arkada kalanı kollayarak, acemiyi eğiterek, sürekli yardımlaşma ve dayanışma ruhuyla büyüdük. Kimseyi bırakıp kaçma olmazdı bizde. Saldırgan köpeklerden kaçmayı, şiddete meyilli adamlarla geçinmeyi, çayda-ırmakta balık tutmayı, boyumuzu aşan sularda yüzmeyi, oyuncaklarımızı kendimiz yapmayı, yemeğimizi kendimiz pişirmeyi, kuş vurmayı, avcılığı, doğada aç kalınca bitkilerle doymayı, ot, meyve, mantar, yaprak, ışgın yemeyi, kaçmayı, kurtulmayı, saklanmayı, dikleşmeyi, pusmayı, sövmeyi, dövmeyi, küsmeyi, barışmayı, oyunları, oyun üretmeyi, senaryo yazmayı herşeyi ama herşeyi doğaçlama öğrenirdik.

Senaryo yazma, oynama, oyuncak tasarımı ve rol ekibi oluşturma girişimlerimize bir örnek vermek gerekirse; “Ay Gördüm Allah” diye bir oyunumuz vardı. Genellikle geceleri oynardık. İki veya üç guruba ayrılan ekiplerden ebe olanlar, onları koruyan bir liderleri hariç, hepsi etrafı çöple çizili bir daire içine hapsedilir, içlerinden liderleri ve bir yardımcısı saklanan gurupları köşe bucak arardı. Saklanan gruplar, kendilerini ebelemek için arayan o ekip başlarını bölgesinden dahada uzaklaştırabilmek için aldatıcı ve kendilerine çekici ses ve işaret takdikleri uygular, onları korumakla görevli oldukları daire içinde kalan arkadaşlarından uzaklaştırır, en uygun zamanında da daire içinde korunaksız kalan ekibe baskın tarzında saldırır, ekip başları gelene kadar o daire içindekilere habire sopa çekerlerdi.

Daire içinde herkes birbirine kenetlenir, daha az dayak yeme, daha az zarar görmenin yollarını ararlardı. Zaten daireden dışarı çıkartılanın vay haline .. Şiddet ve taktik ağırlıklı, bol tekerlemeli, bol bağrışmalı, heyecanı ve adrenalini yüksek çok vahşi bir oyundu. Ağzı-burnu kanayanlar, orası-burası kırılan, şişen, inciyenler, ağır tekme, yumruk darbesi alanlar, ağlayanlar, bağıranlar, soluğu sapanlar doluydu ama, ertesi gün o oyunun intikamı için ilk gelen yine o dayak yiyen kişiler olurdu.

Oynadığımız organize oyunlar, ustalıkla yaptığımız işler, tasarımı bize ait mühendislik harikası oyuncaklar-aletler, senaryosu bize ait yazıp ürettiğimiz ekip oyunları, şairleri kıskandıran dizgilerde kendi uydurduğumuz tekerlemeler, mucitleri hayran bırakacak yeniliklerimiz, başarıyla yönettiğimiz operasyonlar, etaplar, görevler, kurallar, kaideler daha neler, neler.. Vallahi şimdi bunları yazıp, yapıp yönetebilecek hiçbir ilim, bilim, fen, siyaset, bürokrasi, ticaret, sanat, edebiyat ve kültür insanlarını vallahide, billahide kimse bulamaz.

Hele kızlar. Onlar sanki elli yaşındaki bir kadın olgunluğunda doğarlardı. Hepside gerçek birer alim, gerçek birer hatip, gerçek birer ressam, senarist, artist, aktrist, edip, yazar, her biri çok yönlü donatıya sahip gerçek birer sanatçıydı.

Küçücük küçücük kızlar bile büyüklerin yapabileceği tüm işleri, yetişkin erkeklerden daha mahir yaparlardı. Beceri, başarı ve olgunluk sanki genlerinde ve cinslerinde vardı. Düzen, tertip ve edep onların en doğal yönü, en belirgin karakterleriydi. Örneğin benim bacılarım daha 8 yaşından itibaren sanatsal estetiği çok yüksek, konuları ve tasarımları akıl dolu, rengarenk kanaviçeler ve işlengiler işlerdi. Çok leziz yemekler yapar, çok süslü sofralar kurar ve çok hijyenik temizlikler yaparlardı. Ev içi ve dışı döşeme ve dekorasyonlarından tut, avlu ve bahçelerimizi bile çeşit çeşit çiçeklerle donatır, bir terziden daha usta elbiseler dikerdi. Çorap, kazak, hırka örer, halı kilim dokur, yün dider minder-yastık doldurulardı. Çöpten, tahtadan öyle güzel bebekler yapar, öyle güzel giysiler tasarlar, öyle ebat ve şekiller verirlerdi ki, inanın canlı zannederdiniz. Evleri siler-süpürür, kireç kaynatıp badana eder, kışlık kuruyu, diriyi hazırlar, yağ-peynir, sızgıt yaparlardı. Aile edebini, adabını, saygısını ve şerefini temsil ettiklerini bilir, daha üç yaşından itibaren Türk örf ve adetleriyle donatılı islami ve insani kuralları özümser, uygularlardı. Daha ilkokul çağlarından bahsediyorum hâ.. Köydeki kızların tamamı bu meziyetlere sahipti.

Tüm kızların büyük-küçük, erkek-kadın herkese ama herkese çok görgülü, çok saygılı bir iletişimleri vardı. Gösterdikleri saygı ve terbiye aynı ölçüde onlara geri dönerdi. Onların yanında saçma sapan konuşulmaz, yılışılmaz, şımarılmaz, her soru sorulmaz, gereksiz hiçbir hareket yapılmazdı. Kızlar taşıdıkları hanımefendilik itibarını liyakatle sergiler, izzet-ikram, düzen, tertip, ağırlama, uğurlama ritüellerinde herzaman mahir olurlardı. Ev-bark, ahır-samanlık, bağ-bahçe, tarla-bostan işleri disiplinle ilkönce onlara öğretilir, “Eğer beceriksiz olursan kimse seni beğenmez, dünürcün gelmez, evde kalırsın.” korkuları daha çocuk yaşta onlara aşılanırdı.

Kız çocukları inanın ilkokul çağlarında bile, bir yetişkin kadının yapabileceği tüm işleri bilir ve başarıyla yapardı. Yemek pişirme, inek sağma, koyun kırkma, biçki-dikiş, ekme-biçme-çapa-sulama, kaneviçe ve işlengi işleme, ırgatlığın tüm aşamaları, avlu-hayat, ev-bark tertibi, düzeni, temizliği, dekorasyonu; çamaşır-bulaşık yıkama, hanımefendi ağırlığında saygılı iletişim, ölçülü konuşma, ikram ve servis hizmetleri, töre ve geleneksel ritüeller, islami terbiye, aile onuru ve hane temsili, duruş-oturuş, konuşma ve ses tonu, un eleme, ekmek yapma, mantı-erişte kesme, yarma-bulgur çekme, turşu kurma, pekmez-çalma kaynatma vs.vs. akla ne gelirse her işin ustası, her alanda profesyonellerdi Biz çocukken bu saydığım işlerden herhangi birini bile yapamayan bir kız çocuğu görsek, alaycı ifadelerle küçümser, güler, dalga geçerdik.

Şimdi tost yapmayı, salata doğramayı, yumurta pişirmeyi, çay kaynatmayı bilmeyen 20 yaşını geçmiş kızlar, ayakkabısını bağlayamayan üniversiteli herifler var. Tabiiki bunlara kız-erkek denilirse. Hiçbir işe yaramadıkları halde dilleride pabuç gibi. Otobüste-dolmuşta büyüklerine yer vermez, en küçük eleştirilere bile kapalı, yardım ve iyiliği aptallık sayan, alaycı ve ukela konuşan, fizik-matematik, fen-din, yabancı dil, tarih, coğrafya bilseler bile hiç birimizin işilerine yaramayan, milli ve manevi duyguları zayıf, töre ve geleneklerden kopuk, temsili, tespiti, tasviri utandıran, yorumları ve yarınları hep endişe verici koca koca bebekler var. İyi-kötü günlerde dostlukları da vefasız. İşte, okulda birbirini rakip gören, yardımlaşma ve dayanışma ruhundan yoksun, iyimi, kötümü belirsiz, iltifat etmeyi bilmeyen, incelik ve nezaketten yoksun, tüm ifadeleri psikolojik şiddetlere meyilli, zarafetten uzak antipatik adamlar. Karşılaştırmalı özelliklerimizi sıralasak, bizim artılarımızın yanında bunların esamesi bile okunmaz.

Yav bi kere eskiden güven, samimiyet, saygı, edep, dostluk, kalite ve kalibre vardı. Karakterimizin simalarımıza yansıdığı yüz yüze bir iletişim modelimiz olurdu. İyi-kötü, masum-kurnaz tüm niyetler farkedilirken, herkes toplumdan dışlanmamak için kendi eksilerini kendi tespit eder, hemen tamirine uğraşır ve kendisine çeki-düzen verirdi. İşte biz bu yüzden adiliz, bu yüzden saygılıyız, bu yüzden yapıcıyız, uyumluyuz, olgunuz, geçim ehliyiz, vefalıyız, fedkarız, vatanseveriz, misafirperveriz, cömertiz, görgülüyüz.

Şimdi diyeceksiniz ki, ne yani bizdemi kavga ederek, onun bunun bağına-bahçesine dalarak, taş döğüşü oynarak büyüyelim. Elbetteki hayır. Zaten çoğu branşlarda verimsiz ve geçimsiz örnekleriyle dolu beceriksiz amirlerden de anlaşılacağı gibi o eski becerikli şartlar kendiliğinden yok oldu. Biz size sığır güdün, davar güdün zaten diyemeyiz. Ama edeple süslü çok zengin, çok vefalı, çok asil töre ve geleneklerimizi, siz bir sonraki nesillere aktaramayacaksınız endişelerini taşıyoruz. Büyük-küçük saygı ve itaat hiyerarşimiz ile din, dil, ahlak ve iletişim kurallarımız sürekli deformasyona uğruyor.

Şimdi sizler maalesef dijital alemlere dalmış odalarınızdan bile çıkmıyorsunuz. Tüm iletişimleriniz klavyeli ekranlardan ve başınızı kaldıramadığınız telefonlar üzerinden gerçekleşiyor. Bu yüzden de tüm dostluklar sanal, tüm duygular zayıf, yüreklerden uzak, gönüllerde kabul görmeyen cinste ve tamamıyla yapmacık.

Aslında denilecek çok şey var da, ne diyeyim bilemiyorum ki. Hepimizin çocukları var.