Bu yazımızda yine ünlü tarihçimiz Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu hocanın “Göktürk Kitabeleri” yazısından alıntılar yaparak “Orhun Yazıtları” da denilen “Göktürk Kitabeleri” konusunu bir kez daha hatırlayalım ve bilgilerimizi tazeleyelim.
Göktürk kitabelerinin bulunup okunması batı ilim âleminde büyük şaşkınlıklara sebep olurken bu abide kitabeler bizim toplumumuzda ne yazık ki gerekli ilgiyi pek gördü denemez. Milliyetçi yazar ve hocalarımızın dışında bu konuya eğilmesi gerekenler de gereken önemi göstermedi. Türklük, Türk milleti ve onun yaşayışı, düşünüşü, inanışı ve pek çok konuda geniş bilgiler veren bu kitabeler okullarda ders olarak okutulsa yeridir.
Atalarımız ve onların inanışları konusunda kısaca “onlar Şamanist” deyip geçtiğimiz inanç sistemlerinin bu şekilde Batılılar tarafından geneli kapsayacak şekilde giydirilmiş bir düşüncedir. Bizim bu şablondan kurtulmamız ve atalarımızın da Zülkarneyn’den beri Hanif olduklarını artık kabul etmeliyiz.
Şimdi ünlü tarihçimiz Kafesoğlu hocamıza kulak verelim.
“… Geçen yüzyılın sonuna doğru Batılı bilim adamları, yüzyıllardan beri meçhulün karanlığına gömülmüş halde duran, Asya Türk Hanlıkları başkenti bölgesinde, Orhun ırmağı kıyılarındaki taşların “esrarengiz” kitabelerini dikkatle incelemeğe koyulmuşlar ve böylece bilimin feyizli ışınları bu mahiyeti belirsiz yazılar üzerine serpilmeğe başlamıştı. Az zamanda başarı kazanıldı: 1893 yılı kasımının son haftasında, bu taşların Türkler tarafından yazılıp dikildiği, dilinin Türkçe ve alfabesinin de Türk alfabesi olduğu anlaşıldı. İlmin zaferi tamdı.
O tarihte bilim dünyasında hayret ve heyecan uyandıran bu başarıdan üç çeyrek asra yakın bir müddet geçtikten sonra, bugün, Türk yazıtları hakkındaki şu açıklamalar artık umumi bilgiden sayılmaktadır: Yazıtlar Türk milletinin kollarından biri olup VI. Yüzyıl ortalarından başlayarak kuzey Çin’den Karadeniz bölgesine kadar geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Gök-Türklere aitti. Bu yüzden Orhun yazıtlarına “Gök-Türk yazıtları” dahi denildi ve Gök-Türklerin konuştuğu Türkçeyi tesbit eden 38 harfli alfabeye Gök-Türk alfabesi adı verildi. Yazının bazı yönlerden Ârâmî yazısı ile benzerlikler gösterdiği doğru ise de bir bütün olarak orijinalliği, yani Gök-Türkler tarafından ortaya konduğu kabul ediliyor. Bilhassa sırf Gök-Türkçenin fonetiğini tam belirtmek maksadiyle düzenlenen çift harf şekilleriyle, Türk menşeden geldiği en ciddi dilcilerce ileri sürülmüş bulunan birçok harflerin Gök-Türk toplumundaki bilginlerin ilmi gayretleri mahsulü olduğu her türlü şüphenin üstündedir. Esasen adı geçen yazıtlardan en önemlilerinin gramer, uslûp bakımından mükemmel metinlerini hazırlayan da Yoluğ Tigin adlı bir Türk prensidir.
(…)
Kül-Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarınıi 1892 de Fin Arkeoloji Cemiyeti tarafından kopyalarının; aynı yıl içinde Alman menşeli ünlü Rus Türkoloğu ilhelm Radloff’un (1837-1918) Orhun boylarındaki inceleme gezisinde itina ile aldırdığı fotoğrafların yayınlanması, çalışmaları birden hızlandırmıştı. Yazıtların çözümü ile uğraşan linguistler arasında en hareketlilerinden biri, şüphesiz Radloff’dur. Fakat Avrupa’nın diğer bir başkentinde, Kopenhag’da bu işe ihtirasla sarılan başka bir bilgin daha vardı: Vilhelm Thomsen (1842-1927). Aslında Germen dilleri uzmanı olan Thomsen, aynı zamanda umumi Linguistik ile Ural-altay dil gurubun mensup Fince, Macarca ve Türkçe ile de ilgileniyordu.
Eski Türk imparatorlukları merkezindeki bu anıtların Türk yadigârı olabileceğini düşünen kıymetli bilgin, meçhul metinleri çözmede ekseriya takip edilen usule uyarak, kitabelerde sık geçeceğini tahmin ettiği Türkçe söz ve adları aramakla işe girişti ve ilk olarak, sırasiyle, “Tanrı”, “Kül-Tigin”, Türk”, kelimelerini çıkarmağa muvaffak oldu. Bu üç kelimenin harfleri tesbit edildikten sonra, diğer şekillerin ses değerlerinin tayini ile Türk alfabesinin tanzimi ve yazıların okunması artık kolaylaşmıştı. Büyük bilgin Türk abidelerini aydınlatan harika çözümünü, Danimarka Bilimler Akademisinin 15 Aralık 1893 tarihli toplantısına sunduğu ilmi tebliği ile dünyaya bildirdi.”
Bu ilmi tebliğ ilim dünyasında hayretlerle karşılanmıştı. Türkler, hatta barbar Türkler böyle olamazdı. Avrupa’da devlet yokken, iptidai toplumlar yaşarken, Asya’da hatta tüm Asya’da bir millet kaideleriyle, kurallarıyla, halkıyla, hoşgörüsüyle, devlet idaresiyle, ordusuyla, aile yapısı ile ortaya çıkıyordu. Bu duruma Batılı ilim adamları elbette şaşıracaklar hayret edeceklerdi.
“Hayretle karşılanmanın sebebi ise, bu yazılı anıtların Türk eseri oluşu idi. Demek, Türklerin özel harfleri, kendilerine mahsus yazıları vardı ve onlar, daha 1300 yıl önce, gelişmiş, edebi bir dile sahiptiler. Demek ki, Türkler abideler dikiyor ve o abideler üzerine canlı ifadelerle kaleme aldıkları büyüklerinin hatıralarını Türk nesillerine aktarabiliyorlardı. Demek, eski Türk devletleri Türkçe okur-yazar kitlelerden kurulmuştu ve bunlar, başkentin belli başlı meydanlarına ve geçit yerlerine dikilen bu yazıtları mütalaa ile mana ve maksadı kavrıyarak çocuklarına nakledecek derecede aydın ve kültürlü kimselerdi.
İşte Avrupa bilim muhitini şaşırtan gerçekler bunlardı.
Avrupa'nın o devirde Türkler hakkındaki haçlı artığı düşüncelerini, mesnetsiz ön hükümlerini temelden sarsan bu yazıtlarda daha neler yoktu ki…
Eski Türk sosyal bünyesi, Türk devlet teşkilatı, imparatorluğa bağlı Türk ve yabancı kavimler, kağanlık müessesesi, Türk hâkimiyet telakkisi ve fütuhat felsefesi, kahramanlıklar, zaferleri eski Türk toplumunda ekonomi, kadının yükdek yeri, anne sevgisi, eski Türk dini, Tanrı, ölüm, aşk v.s… hepsi, fikir silsilesi halinde burada yer almıştı. Bir milletin maddi güç ve moral durumunu, telakki ve temayüllerini bu kadar açık, bu kadar ince bir şekilde dile getiren bir anıta Orta çağlarda seyrek rastlanır.
Gerçekten yazıtların okunuşu Türk tarihine bakışı değiştirmiştir. Türk milletine karşı saygıyı artırmıştır. Denilebilir ki, 1893 senesi Türk milli tarih ve kültür araştırmaları bakımından kesin bir dönüm noktası olmuştur. O zamanlardan beri türlü açılardan yapılagelen incelemeler Türklüğün zengin ve haşmetli mazisini gittikçe çoğaltan yeni, parlak sahifeler eklemektedir. Mesela elde edilen umumi neticelerden biri de şudur: Eski Türk kültürü Avrupa ve Asya topraklarının bozkırlar bölgesinde yüzyıllarca hâkim rol oynamış ve doğrudan doğruya Türkçe, hiç olmazsa VI – XIII. Yüzyıllar arasında, orta Avrupa'dan Büyük Okyanusa kadar uzanan Evrazya kıtasında, rakipsiz kültür dili durumuna yükselmiş ve Türk yazısı da bu geniş coğrafyadaki kavimler tarafından kullanılan müşterek alfabe olmuştur. Zira Macaristan'la Vladivostok arasındaki sahada çeşitli malzeme üzerinde rastlanan “esrarengiz” yazıların Orhun alfabesi ile yazıldığı ve çoğunca Türkçe ibareler olduğu meydana çıkmıştır.
Şimdi daha iyi görülmektedir ki, Türkler orijinal bir kültürün yaratıcısı, töreye bağlı, hak ve hukuka saygılı; eşitliğe, sevgiye ve iş birliğine dayanan bir cemiyetin temsilcisi; insani düşünceli, kudretli, siyaseti olgun, fikren gelişmiş, bağımsızlığı seven, milli duygusu yüksek, vatanperver, çalışkan bir millettir. Zaten Türkleri yeryüzünde binlerce yıl efendi millet olarak yaşatan bu meziyetleri değil midir?”
…
İbrahim Kafesoğlu, “Bir Yıl Dönümü”, Türk Kültürü dergisi, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü yayını, Ayyıldız matbaası, Ankara Kasım 1962, Yıl:1, sayı:1 S:29-31