Hâl-İ Pür Melâlimiz -2

     Ülkücülerin üzerine tezgâhlanan oyunların ardı arkası gelmemektedir. Kâmil mânâda ülkücü olanlar müstesnâ, yüreği rozetinden küçük olan, particilikle ülkücülüğü birbirine karıştıran ve kalitesizliği  şâha  kaldıran bazı kişiler ise, yine üzülerek ifâde ediyorum ki, ülkücülüğü; bir sembol, bir slogan, kullanılacak bir kimlik, yalnızca fedâ-yi zâbitan olmaya teşne bir dolgu maddesi, mevsimlik güvenlik görevlisi veya kurşun asker bir parti piyonu, içi boşaltılmış bir dâvâ mensûbiyeti, liderlere müncer bir milliyetçilik düşüncesi olarak gördüklerine şâhit oluyoruz. 
Ne acıdır ki, bu yüce dâvâ; şahıslara ircâ edilme acziyetiyle, Türk-İslâm Ülküsü’nden uzaklaştırma siyâsetiyle ve günlük politik çıkarlara nefsânî sofralarda meze diye sunulma gayretiyle mâlul hale getirilmek istenmektedir. 
     Hâl böyle olunca da;  dâvâ adamlığıyla başlayan bu hareket, hüsranla biten bir menzile doğru hızla sürüklenmektedir. Şöyle ki; önce Türk milletinin idâresini ele alıp, sonra Türk Dünyasını “Dilde, fikirde, işte birlik” hâline getirip, bilâhare de İslâm Âlemi’ne ve cümle mazlumlara kol kanat gererek, Î’lâ-yı Kelimetullah sancağını yükseltecek olan bu kutlu hareket aslî gâyesinden, Kızıl Elma ideâlinden ve âlemşümul ülkülerinden uzaklaş/tırıl/arak alalâde bir siyâsî hareket seviyesine düşmekte, düşürülmektedir. Oysaki ülkücü hareket; 
     “Yol demeyem, yel demeyem, yürüyem...
Göğüs verem, şu dağları kürüyem...
Ben Oğuz’un dediği Gök Börü’yem...
Yine doğum sancılarım tuttu bil!...
Tanrıdağ’da ‘kalk’ borusu öttü bil!...”
     nidâsıyla ve “Yeni bir Türk Asrı”  hedefiyle yola çıkan, “Çağrımız İslâm’da dirilişedir.” diye mücâdele eden ve “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diyerek “yüce dileğe doğru” bir ömür sürecek ve nesilden nesile devredilecek çok uzun, çileli, taşlı, dikenli,  meşakkatli bir ülkü nöbeti ve bir kutlu dâvâ idi…   
Ne yazık ki; bir kısmımız yola çıktı, ancak yoldan çıktı… Bir kısmımız yolda bulduklarını, yola çıktıklarına tercih etti… Bir kısmımız bu mukaddes dâvânın kutlu tepelerini ganimet sevdâsı, servet tutkusu, koltuk aşkı vs. yüzünden terk etti… Bir kısmımız da    
     Gâlip Abinin dediği gibi; “Ağrı  Dağı'nın tepesine ülkü sancağını dikmek için yola çıktı, tepeye de vardı, ancak dâvâsını dağın eteklerinde unuttu, sadece kendini zirvelere taşıdı…” Ve kendisini zirve taşıyanlar da, çok çeşitli ve ulvî kavramlara sığınarak dünya selinin önünde sürüklenip gitti… 
     Zor adam yetiştiren, ancak kolay adam harcayan bu harekette at izi it izine karışırken, “ihânet” suçlamaları birbiriyle yarıştı… Yüreklerimiz küçüldükçe küçülüp,  rozetlerimiz büyüdükçe büyürken; siyâsî ikbâl hesapları yüzünden seslerimiz en hoyrat vâdilerde yankılandı,  nev zuhur particiler palazlandı ve ülkücünün eli (?),  ülkücünün boğazına uzandı…  
     "Hasımlarımızı" kendimize yakın bilirken, aynı teknenin hamuru olan "hısımlarımız" gönlümüzün uzağında kaldı…  Kardeşliğimizi kaybettik… Müsebbiplerine veyl olsun…