Hapishaneden kaçış

Doğanın kanunlarına yıllar yılı itaat eden, buyruklarını acı tecrübelerle baş üstünde tutmayı öğrenen ve onu bir usta öğretici mesabesinde değerlendiren insan günün sonunda doğayı karşısına almayı, ona meydan okuyup bilinçli bilinçsiz onu düşman bellemeyi başarmıştı.

Doğayla irtibatımız koparılıp, sezaryen doğumla doğanın kucağından alındığımız ve doğayla aramıza hep duvarların, aşılmaz bariyerlerin girdiği modern zamanlarda insanın kendini doğru yere sabitlemesi ne kadar güçtü. Yanlış sorunun doğru cevabı olmazdı. Yanlış istikamette ilerleyen bir gemide, doğru istikamete ancak bir güverte boyu gidebilirdik. Toplumun kalıplaşmış kolektif duygularından, zihnimizdeki bariyerlerinden, “el adama ne der” duvarlarından azade değildik hiçbirimiz. Doğru olana da, eğri olana da yine zihinsel hapishanemizden cevaplar ve argümanlar üretiyorduk. Özgürlüğümüz, erkinliğimiz bu zihinsel, duygusal, görünmez parmaklıklarla bizi kuşatan hapishanenin tam olarak neresindeydi peki?

Zaman hızla geçiyordu. İçimizdeki tanrı parçacığını ve Yaratıcının bizimle muradını yine bu hapishanenin içinde, hapishanenin küçük penceresinden sızan ışıkla anlayabilecektik. Fakat bu ışıkla kendimizin arasına giren lüzumsuz her ne varsa onların hepsinin gölgesine maruz kalmaktaydık. Çünkü ışığı kesen gölge yaratırdı. Gölgelerin dünyasında gerçeklik yanılsaması içinde pencereden sızan güçsüz, yıllar yılı cılızlaşmış ışığın kaynağına el yordamıyla ulaşmalıydık; tam olarak kendi gölgemizi görebilmek için de. Burada belki de Yung’un dediğini bir kez daha hatırlamalıydık; “Bir insan aydınlığı hayal ederek değil karanlığın bilincine vararak aydınlanabilirdi.” Yani maruz kaldığımız gölgelerden oluşan, üst üste düştükçe koyulaşan, üzerimize çöreklenen kara bulutların dağılması için önce gerçeklik yanılsamasından kurtulup karanlıkta olduğumuzun bilincine varmalıydık.

Doğanın içindeyken hakikate temasımız daha kolaydı. Doğal olan, gerçeğin bir veçhesini kendi mahareti ve doğası nispetinde ortaya koymayı başarmaktaydı. Hakikate giden yani bizi ışığımızla buluşturup içimizdeki cevheri aktive edecek yol, doğal olanın adedi kadardı.

Çok katlı binalar inşa etmiştik, çok kalabalık kentler, mesafeleri ve zamanı kısaltan ama arta kalan zamanda ne yapacağımız hakkında hiçbir fikir vermeyen araçlar üretmiştik. Eskiden imparatorlukların sınırlarını belirleyen atın koşu mesafesiydi. Ulaşabildiği kadar hükmedebilirdi çünkü insan. Kendimize daha güvenli alanlar yaratmak adına gerçek olanla aramıza beton duvarlar örmüştük. Çünkü algılarımız manipüle edilmişti, güven tanımımız değişmişti, kavramlarımız elimizden alınmıştı. Işığımızla aramıza giren, üzerimize gölgesi düşeni gerçek sanmaktaydık. Kendisine nispetle gerçeği teyit edebileceğimiz çok az şey kalmıştı elimizde.

Her canlı kendi doğası içinde, içindeki cevheri açığa çıkarmak ve kendi ışığına ulaşıp ikmalini nihayete erdirmek gayreti içindeydi. Var olan var kalmaya çalışırdı. At hızlı koşar, yılan sürünür, it ısırırdı. Tek kafası karışık olan insandı! Kendi doğasından alınıp hayvanat bahçesine konulan zebraların aslında gelişimsel olarak türlerinde hiç rastlanmayan stresten kaynaklı ülser hastalığı geliştirdiklerini öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım. Ne kadar gariptir değil mi; insanın doğal olandan ayrıldığında başına hiçbir şeyin gelmeyeceği yanılsamasına kapılmak!

Işık orada duruyordu, tercihlerimiz dışında içine konulduğumuz ve tercihlerimizle duvarlarını berkittiğimiz hapishanemizin küçük penceresinden içeriye sızan huzmeleriyle bize, hakikate ulaşmak üzere imkan sunuyordu, aramıza giren ve gölge yaratan her şeye rağmen. Mühim olan karanlıkta olduğumuzu fark etmek ve ışığın izini sürmekti.