“İnsan neden en yakınındaki hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki?”

İnsan, neye aşina ise onu normal, doğal ve olması gereken olarak kabul eder. İlk öğrendiğini verili kabul etmesi, her şeyi ilk öğrendiğine göre mukayese etmesi hep en yakınındaki ve aşina olduğu hayata dairdir. Coğrafya kaderi olduğu gibi sınavıdır da insanın. Kırması gereken kabuk, aşması gereken engel, zaman zaman barışması gereken ötekidir de insanın doğduğu yer, doğduğu ev ve ilk çocukluğunu geçirdiği coğrafya. “İnsan neden en yakınındaki hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki?” diye soruyordu Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat ağacı’ndaki Hatice. Peyami Safa’nın Yalnızız adlı romanında Samim “…dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu; bul, sev, bil, an, gör; kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel.” derken Hatice’ye de 67 yıl öncesinden cevap vermişti aslında. İnsan yakınındaki hayatı yaşamak zorunda değildi, içine dönüp cevapsız bütün sorulara cevap bulduğu, anlam veremediği her şeyi yerli yerine oturttuğu zaman. Çoğu insan kendini zorunda hissettiği için ve başka da yapacak bir şeyi olmadığını düşündüğü için zorunda kalıyordu sadece. Oysa her düzlemde bir tercih hakkımız vardı. Ve insan tercih ettiği kadardı. Yine algımız, yine zihnimiz, yine içimiz, yine benliğimizdi hayatı esarete çeviren de, küçük hayatlarımızı özgürlükler ülkesine dönüştüren de.

Yola çıkmak üzereydi. Sabahın ilk ışıkları günü aydınlatmakla, doğaya, insana ve hayata canlılık vermekle meşguldü. Ilık ılık esen bir rüzgar mevsim normallerinin üzerine çıkarmıştı hava sıcaklığını. Ne kadar da haber bülteni gibi bir ifadeydi; “ mevsim normalleri” değil mi? Kış mevsimi bugün ılık bir gün sunmak istemişti insanlığa, tabiata, hayata, hepsi buydu aslında. Neyin normal olduğuna hep anılarıyla, hatıralarıyla, tecrübeleriyle karar veriyordu insan. Ve kendini her şey hakkında karar vermek zorunda hissediyordu; Kategorize etmeden düşünemiyor, zihninin gerisindeki somut örneklerle mukayese etmeden değerlendiremiyor, kendi sınırlı idrak kapasitesine indirgemeden anlam veremiyordu hiç bir şeye. Belki de bundan sonra Aralık ayının son haftasının, son Cuma gününün doğan güneşle aydınlanan ilk dakikaları hep böyle ılık olacaktı ve yine bundan uzun zaman sonra bu sıcaklık mevsim normalleri olarak kabul edilecekti, kim bilebilirdi bunu? Tartışmaya girmedi zihninde, bu normale ya da normal olmayana hiç kafa yormadı, normal kabul etti ve normalde ne yapacaksa normal olarak onu yaptı; motosikletine bindiğinde ılık rüzgarla arasına hiç bir şeyin girmesini istemedi ve kaskını takmadan rüzgarı kucaklayarak usulca ilerledi.

“Ah bir kere olsun kendi dışıma çıkıp kendimi görebilsem” diyen Tanpınar yanılıyordu. ‘Ah bir kere içime girip içimdeki cevheri keşfedebilsem’ demeliydi. Bazen çok yakınında olmak, içinde olmak bir şeyi tam anlamıyla tanımlamamızın önüne geçebilirdi. Bir cismi gözümüze çok yaklaştırdığımızda onu göremeyiz dolayısıyla tanımlayamayız mesela. Bu nedenle uzaklaşmak bir şeyi anlam ve değer dünyamızda daha net konumlandırabilmemizin bir yolu olabilirdi. “Yurdunuza dönmeniz için önce gitmeniz gerekir. Hiçbir yere gitmezseniz, yurdunuzdan çıkmazsanız gerçek bir yurt/vatan algısı oluşamaz” diyordu Profesör Neri Oxman yine uzaklaşmaya, dışına çıkmaya özendirerek. Ama insanın kendisi müstesnaydı bundan. Kendini görebilmesi, tanıyabilmesi, tanımlayabilmesi için insan, kendi dışına çıkmak yerine daha fazla içine yönelmeli, içine dönmeliydi.

Kulağında uzun zamandır dinlemediği, dinlemediği için ihmal ettiğini düşündüğü, sonra ihmal ve mahrum ettiğinin kendisi olduğunu farkettiği Kıraç’ın “arayan dostlarım beni bulmasın” parçası vardı. Müziğin sesini biraz kıstı, seksenli yıllarda mübaşirlikten ayrılan, eski adliyede çay ocağı işleten, fırsat buldukça sabahın beşinde kahve yaptığı reis beyi anlatan, mütevazi, kendi halinde bir esnaf olan çaycı Ali abiye selam verdi. O sırada Kıraç “rüzgarda savrulan yaprak gibiyim / böylesi hayatı nasıl seveyim” diyordu. Sadece dinledi, hak vermeden dinledi, sonra hak vermek ya da vermemek gibi bir konumda olmadığını farkederek dinledi. Katılmak zorunda olmadan, aynı fikirde olduğunu anlatmak ya da aynı fikirde olmadığını izah etmek mecburiyetinden sıyrılarak dinledi. Sadece trafikte seyir halindeyken, rüzgar yüzüne dokunurken, karşıdan karşıya geçmeye çalışan, kıyafetine özendiği her halinden belli olan, taktığı, ilk bakışta altın olduğunu düşündüren halka küpeler yüzünün yarısını kaplayan, ama sabahın bu erken vakti bu kadar gayrete gerek olmamalıydı diye düşündüren, sarıya bayattığı ancak yine de ağardığını gizleyemediği belki de gizlemek gibi bir endişesinin de olmadığı, -sarı rengini çok seven- saçlarına bandana takmış ihtiyar kadının kendisini duyabileceğine ihtimal vermeden ya da buna aldırmadan ve trafikteki diğer araçlarca araç yerine konulmadığını ve bu araç yerine konulmayışın yarattığı varlık sancısını yeniden acıtarak hatırlattığını bilmeden “bari sen dur” dediğini duyarak ve “bari” sözüne fazlasıyla alınarak, aynadan kadına bakıp içinden “kokoş” dememeye çalışarak dinledi.

Hepimizin ruhu aynı yaştaydı. Ruh yaşlanmıyordu. Beden ne kadar yaşlansa, ruh kendini hep canlı ve diri hissediyordu. Belki de yaşlılıkta insanın içine çöken ruhun canlılığına yetişemeyen, bu canlılıkla baş edemeyen bedenin çaresizliğiydi. Kim bilebilir; sadece bedenini önceleyen insan içine çöküyordu. “Ruhun mükemmelliğini arzulamayan hiçbir insan değerli değildir” diyen Tarkovsky’le aynı şeyi düşünmüştü belki de “pes edersem çökerim; bir sanat eseri olmak istiyorum” derken Fernando Pessoa. İnsan neden en yakınındaki hayatı seçip onu yaşamak zorunda olsun ki. Ümit varsa imkan vardı ve insan tercihleri kadardı.