Odgurmuş: Efendim, sevgili kardeşim bu gün Rus devlet başkanına yuh çeken Yozgatlı kahramandan söz edebilir miyiz? Eskilerden tanıyan olabilir ama yeni nesiller onu pek tanımazlar.
Öğdülmüş: Evet Odgurmuş kardeşim. Söz edelim bakalım. Fakat önce kendisi hakkında kısa bir bilgi verelim.
“Ahmet Ersin Yücel 1942 yılında Yozgat’ta doğar. Dedesi Şeyh Ahmet Efendi’nin tedrisatında yetişir. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra lise öğrenimi için İstanbul’a Haydarpaşa Lisesi’ne gider. Burada Mahir İz Hoca ile tanışır ve onun sohbet halkasına dahil olur. Liseden sonra 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar, burada bir yıl okuduktan sonra Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Bölümü’ne kaydolur. Zaptiye Ahmet aynı dönemde bir süre Haydarpaşa Lisesi’nde etüt öğretmeni olarak görev yapar. Zaptiye Ahmet çocukluk yıllarından itibaren ciddi bir okuma disiplini kazanır. Osmanlı Türkçesi öğrenir ve bu bilgilenme süreci onun Osmanlı tarihine yönelmesine sebep olur.
Zaptiye Ahmet’in tarihi kültür birikimimize duyduğu sevgi onu bu alanda çalışmalar yapmaya sevk eder. Bu minvalde Zaptiye Ahmet, Namık Kemal’in “Yavuz Sultan Selim” kitabını Ötüken Neşriyat için Latinize eder ve basılmasına ön ayak olur. Ayrıca Şehbenderzade Ahmet Hilmi’ye ait “İslam Tarihi”nin yayına hazırlanmasında büyük emeği geçer. İlk baskısı 1974’te yapılan bu kıymetli eserin giriş kısmında Ziya Nur Aksun, Zaptiye Ahmet’i şu sözlerle anar: “Bu kitabın hazırlanışında ve sadeleştirilmesinde emeği geçen kıymetli, idealist ve mütetebbi bir tetkikçi olan Ahmet Yücel Bey kardeşimizin hatırasını minnetle anar, ruh-i muazzezine Fatihalar göndeririz. Müellif hakkında yazdığımız bu kısımda bilhassa onun yaptığı tetkikten faydalandık.” Ahmet Yücel bu iki eserden başka Bedir Yayınları’na ait “İmam Birgivi Vasiyetnamesi”ni de yayına hazırlamıştır.
Odgurmuş: Lakabı Niçin Zaptiye?
Ögdülmüş: Haksızlıklara, ölçüsüz davranışlara asla tahammül edemeyen Zaptiye Ahmet nerede sıkıntılı bir durum görse müdahale eden, haksıza haddini bildiren bir insan olarak tanınır. Yollarda, otobüslerde, tramvaylarda nerede bir yanlış tavır, bir terbiye dışı davranış görse müdahale eder. Zaptiye Ahmet hayatında “banane” kelimesine yer olmayan bir insandır. Tam bir cemiyet adamıdır. Rahmetli Galip Erdem “Zaptiye” lakabının Ahmet Yücel’in şahsiyetiyle mezc oluşunu şu sözlerle anlatır; “Ahmet Yücel’e niçin Zaptiye derdik? Sebebini kesinlikle bilmiyorum ama düzensizliğe, yakışıksız tutumlara, milli geleneklerimize aykırı bir davranışa asla tahammül edemez, mutlaka karışır, çok defa başı belaya girerdi.” Mehmed Niyazi Bey’den aldığımız bilgiye göre Ahmet Yücel’e “Zaptiye” lakabını arkadaşı Özer Revanoğlu takmıştır. Yakın dostlarından olan Prof. Ahmet Nuri Yüksel de onu “Tarihin derinliklerinden gelen Osmanlı akıncısı” diye anar.
Mesele Geçmek…
Zaptiye Ahmet anılınca onu tanıyanların aklına ilk gelen söz “mesele geçmek”tir. “Mesele geçmek” Zaptiye Ahmet için her zaman ve her zeminde Osmanlı’yı konuşmak, anlatmak ve bu büyük tarihin derinliklerinde gezinmektir. Zaptiye Ahmet adeta sohbet geleneğimizin 1960’lı yıllardaki parlak bir yıldızı olmak için dünyaya gelmiştir. Kendisi genç yaşına rağmen ehl-i sohbettir ve sohbeti dinlenecek insanları arayıp bulan bir merak duygusuna sahiptir. O, kendine has üslubuyla “Efendiler açık olalım” der ve Osmanlı meselesini konuşmaya başlar. Osmanlı onun için o kadar önemlidir ki, dünyada iki hanedan var der; “Al-i Resul” ve “Al-i Osman”. O, Osmanlı devrini Asr-ı Saadet’e bağlanan bir köprü gibi görür, bu düşünceyle yaşar. Osmanlı’yı bilmek onun için İslam’ın beş şartını bilmekten hemen sonra gelir. İnsanları tanıştırırken eğer Osmanlı’yı bildiğine kani ise “arkadaş altı–yedi meseleye vakıftır” der.(Cem Sökmen Ufuk ötesi dergisi 11 Tem 2010”Bir zaptiye Ahmet vardı )
Zaptiye Ahmet’in gecesi gündüzü belli değildir. Onu bir türbenin başında ağlarken görmek de mümkündür, halktan insanlara bir kahvehanede Osmanlı’yı anlatırken görmek de. Hele ilgi alanları ortaksa Zaptiye Ahmet muhatabının peşini bırakmaz. Onu yakından tanıyanlar İstanbul’a yeni gelmiş üniversite öğrencilerine yardımcı olmanın onun vazgeçilmez bir alışkanlığı olduğunu söylüyor, Zaptiye Ahmet’in hiçbir hareketten ve hizmetten geri kalmayan bir insan olduğunu ifade ediyorlar. Zaptiye Ahmet şüphesiz kendisini yetiştirmek için eline geçen bütün imkanları değerlendirmeye çalışmış bir insandır. 27 yaşında vefat etmiş olmasına rağmen hayata çok işler sığdırdığını görmemek mümkün değildir. O, yaptığı faaliyetlerle, hem devrinin aydınlarıyla hem de halktan insanlarla milli kültürümüz merkezli kurduğu ilişkilerle hep anılması gereken bir insandır…”
Odgurmuş: Rus devlet başkanı Kosigin’e “yuh” çekme konusu var ondan bahsedebilir miyiz:?
Ögdülmüş: Pek tabi. Eskilerden de pek fazla tanıyan elbette azdır fakat yeni nesil Türk Milliyetçileri günlük politika girdabından kurtulsalar, kendilerinden önce mücadele vermiş ağabeylerini biraz da olsa tanıma imkânı bulurlar.
Yıl 1966 bir kış günü 25 Aralık Rus devlet başkanı ziyaret için Türkiye’ye gelmiş, Resmi görüşmelerin yanı sıra Sultanahmet ve Ayasofya camii’ ni de ziyaret planlanmış. Tüm tedbirler alınmış, etrafta KGB ajanları cirit atıyor, heyet arabalardan inip Ayasofya camiinin önüne geldiğinde her şey normal seyrinde giderken kalabalığın en önünden güçlü bir “YUUUUUH” sesi yükselir. Ses o kadar gür bir şekilde çıkmıştır ki, Herkes şaşkın bir şekilde sesin geldiği tarafa yönelir. Kosigin’de bir an sesin geldiği yöne bakar. Orada bir kahraman vardır, O tek kişidir. Tek başına koskoca Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri liderine yuh çekmiştir. O adeta “Esir kardeşlerimizin sesi” olmuş ve devlet başkanının suratına karşı bunu haykırmıştı. Bu ses kahraman bir Türk Milliyetçisinin kısa adı “Zaptiye Ahmet” olan bir Yozgat’lının sesidir.
Odgurmuş: Çok ilginç efendim, daha sonra ne olur?
Ögdülmüş: Ne olacak. Zaptiye Ahmet hemen oracıkta tutuklanır ve hapse atılır. Tabii ertesi günü tüm gazetelerin birinci sayfasındaki en önemli haber Zaptiye Ahmet’in Rus Devlet Başkanını yuhalaması haberidir.
Odgurmuş: Tutuklanır ve hapsedilir. Sonra efendim.
Ögdülmüş: Tutuklanır tutuklanmasına ama “Zaptiye
Ahmet” İstanbul’daki meşhur “Marmara
Kıraathanesi” müdavimlerindendir. Tüm “Marmara
Kıraathanesi” hukukçuları harekete geçerler ve “Zaptiye Ahmet’i” davası daha ileri bir zamanda görülmek üzere tahliye ettirirler.
Gözaltına alındıktan sonra Zaptiye Ahmet’in başına gelenleri gazeteci yazar Ahmet Güner’e ait “Marmara Kitabeleri” isimli kitabında şöyle ifade ediyor:
“Marmara Cemaatinin hukukçuları seferber olduktan kısa bir süre sonra Ahmet Yücel serbest bırakıldı. Davasının daha sonra devamı kararıyla hürriyetine kavuşan Ahmet hemen o akşam Marmara’ya geldi ve tüm cemaatin alkışlıyla karşılandı. Hafif tebessüm ederek vakur bir şekilde alkışlara mukabele eden Ahmet, Ziya (Nur) Bey’in ‘Yer açın’ talimatı ile başköşeye oturtuldu. Hemen şef garson Hulusi Bey çağırıldı ve Ahmet’e demli bir çay yapılması istendi…
Herkes kulak kesilmişti, Ahmet Yücel çok önemsiz bir şeyden söz ediyormuş gibi, sakin ve yumuşak bir tonla olayı anlattı. Ahmet, bir komünistin ecdat yadigârı camileri, meydanları ve kutsal yerleri kanlı ayakları ile çiğnemesine göz yummanın vebalini taşımak istemediğini, koca ülkede kimsenin bu ziyarete en ufak bir tepki göstermemesine de ayrıca sinirlendiğini ve hiç olmazsa bir kişinin itiraz ederek, Kosigin’in Türkiye’de protesto edilmesini kayda geçirmek için bu olayı yaptığını anlattı. “Marmaratörler” Kosigin’e tek itirazın kendi arkadaşlarından gelmesinin gururuyla gece boyunca iltifatlar ettiler.”
Odgurmuş: Peki efendim, bu Yozgatlı’nı “Zaptiye Ahmet” gerçek adı mı yoksa lakap olarak mı öyle söyleniyor.
Ögdülmüş: “Zaptiye Ahmet” onun gerçek adı değil. 1908-Haziran ayında yayınlanan “Moral” adlı dergide yazar Cem Sökmen konuyu şöyle anlatmaktadır. “Ahmet Ersin Yücel, 1942 yılında Yozgat’ta doğar. Dedesi Şeyh Ahmet Efendi’nin tedrisatında yetişir. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra lise öğrenimi için İstanbul’a Haydarpaşa Lisesi’ne gider. Burada Mahir İz Hoca ile tanışır ve onun sohbet halkasına dâhil olur. Liseden sonra 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar, burada bir yıl okuduktan sonra Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Bölümü’ne kaydolur. Ahmet Ersin Yücel, aynı dönemde bir süre Haydarpaşa Lisesi’nde etüt öğretmeni olarak görev yapar. Çocukluk yıllarından itibaren ciddi bir okuma disiplini kazanır. Osmanlıca öğrenir ve bu bilgilenme süreci onun Osmanlı tarihine yönelmesine sebep olur.
Haksızlıklara, ölçüsüz davranışlara asla tahammül edemeyen Ahmet Ersin Yücel, nerede sıkıntılı bir durum görse müdahale eden, haksıza haddini bildiren bir insan olarak tanınır. Yollarda, otobüslerde, tramvaylarda nerede bir haksızlık, terbiye dışı bir davranış görse müdahale eder. Bu yüzden kendisine “Zaptiye” lakabı verilir.
Zaptiye Ahmet hayatında “bahane” kelimesine yer olmayan bir insandır. Tam bir cemiyet adamıdır. Bir cemiyeti bir arada yaşatan değerlere gölge düşmemesi için elinden gelen her şeyi yapar.”
Zaptiye Ahmet için “1960’larda Vatan Kurtarma Hikayeleri” kitabında; Ahmet İyioldu şu ifadeleri kullanıyor: “Genç yaşına rağmen tarihin içinden çıkıp gelmiş hissini veren bir Osmanlı idi.Her hali ve tavrıyla farklıydı, büyük küçük herkesi etkilerdi. Maalesef 1969 yılında bir mide kanaması sonucu kaybettiğimizde henüz 28 yaşındaydı. Milliyetçiler Derneğinden, ve Marmara Kıraathanesinden müşterek arkadaşımız Vehbi Erdebil, askerliğimi yapmakta olduğum Erzurum/Aşkale’ye kadar gelerek üzücü haberi vermiş günlerce süren kanamayı durdurmak için onlarca şişe kan verilmesine ve ihtimamla yürütülen tedaviye rağmen kurtarılamayışını gözyaşlarıyla anlatmış,beni de ağlatmıştı. Onu geç bulmuş, çabuk kaybetmiştik…..ateşli bir mizacı vardı, tarihten konuşurken gerginleşir, ecdada toz kondurmazdı. Allah razı olsun, tarihe ve Osmanlı’ya bakış açımızı sağlamlaştıranlardandı. Her vesileyle “mesele geçmek” tabir ettiği tarihi olayları değerlendirirken adeta kendinden geçerdi. Marmara Kıraathanesi’ndeki hararetli tartışmaların ortasında ve daima Osmanlı tarafında, Devlet-i Aliye’nin yanında yer alırdı. Zaptiye, Osmanlıcaya hakkıyla vakıftı, eski yazıyı okur ve yazardı.”
Odgurmuş: “Zaptiye Ahmet” Yozgat’ta da pek bilinmiyor sanırım.
Ögdülmüş: Evet sevgili kardeşim, Yozgat’ta da pek bilinmiyor. Fakat biz “Zaptiye Ahmet” i (Ahmet Ersin Yücel) tanımalıyız. Biz bu kahraman Yozgatlıyı duymalıydık. Biz 1960’lar İstanbul’unda neredeyse koca şehirde tek başına mücadele eden bu kahraman Yozgat’lıyı tanımalıydık. Duymalıydık. Keşke duysaydık, keşke bilseydiniz, onun kahramanlığını, dava adamlığını keşke okumuş olsaydık.
Odgurmuş: Peki efendim, siz nasıl tanıdınız bu kahraman Yozgatlıyı?
Ögdülmüş: Eğer yanlış hatırlamıyorsam, vefatının birinci yılında (1970) “Devlet” gazetesinde “Zaptiye Ahmet” başlığı altında bir yazı yayınlanmıştı. O yazı benim çok dikkatimi çekmişti, defalarca okudum. Birazda Yozgatlı olması hasebiyle guru duydum. O bana göre Yozgat’ın yüz akıydı. Ve yine bana göre en kahraman Yozgat’lıydı. Bu yüzden sevdim onu. Daha sonraki yıllarda da onun hakkında nerde bir yazı çıksa bulup okumaya çalıştım. Dernek çalışmalarımda ben de onu örnek aldım ve her yerde ve her durumda onun tabiri ile “mesele geçmek” işini hep yaptım.
Çok hareketli bir hayat yaşayan Zaptiye Ahmet, ilk mide kanamasını 1966 yılında geçirir. Henüz 24 yaşındadır. Tedavisini yaptırır. Fakat iyileşir iyileşmez eski temposuna geri döner. Onun bu hareketli hayatını gören Marmara Kıraathanesi müdavimlerinden İzzettin Şadan “Oğlum sen bu derbederlikle fazla yaşamazsın, dikkatli ol” diye uyarır. Fakat Zaptiye Ahmet’in alıştığı hayat tarzı bellidir. Çocukluk yıllarından getirdiği okuma sevdası İstanbul yıllarında sohbet iştiyakıyla birleşince, gecesi gündüzü Türk-İslam tarihi ve medeniyetiyle dolu bir insan olarak hayata devam eder. Üç yıl sonra ikinci mide kanamasını geçirir. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesine yatırılır. Daha sonra buradan Vakıf Gureba Hastanesine götürülür. Marmaratörler ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış pek çok arkadaşı hastaneye akın ederler. Arkadaşları 60 şişe kan verirler fakat mide kanaması bir türlü durmadığı için bu çabalar fayda vermemektedir. Koma halindedir, zaman zaman kendine geldiğinde başında bulunanlar onun ağzından şu sözleri duyarlar: “Şeyhülislam geldi, daha ne duruyorsunuz, kaldırın şu cenazeyi!...” Zaptiye Ahmet 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü ruhunu teslim eder. Beyazıt Camii’nde kılınan cenaze namazına temas ettiği kültür mahfillerinden çok sayıda insan katılır. Zaptiye Ahmet şüphesiz kendisini yetiştirmek için eline geçen bütün imkânları değerlendirmeye çalışmış bir insandır. 27 yaşında vefat etmiş olmasına rağmen hayata çok işler sığdırdığını görmemek mümkün değil. O, yaptığı faaliyetlerle, hem devrinin aydınlarıyla hem de halktan insanlarla ortak milli manevi değerlerimizi merkeze alarak kurduğu ilişkilerle hepimize örnek olacak evsafta bir şahsiyet… Bugün Zaptiye Ahmet gibi idealistlere öyle çok ihtiyacımız var ki.
Zaptiye Ahmet’n vefatından sonra Büyük Türk Milliyetçisi Galip Erdem onun ardından şunları yazmıştı;
“Zaptiye Ahmed’i Kaybettik... Bizim yiğit Zaptiye’mizin son saniyesine kadar büyük bir aşkla bağlandığı Biricik mesleği “Mesele geçmekti”...
Mesele geçmek cahillerin gözündeki gaflet perdesini yırtmak demektir. Mesele geçmek çağımızın cüceliğinden doğan aşağılık duygusundan kurtulmak tarihimizin büyüklüğüne dönüş demektir. Mesele geçmek Türk milletinin yüce değerlerine sahip çıkmak bilhassa Osmanlı imparatorluğu döneminin dünyaya hâkim olmasındaki esrarı tanımak demektir.
Zaptiye Ahmet her zaman her yerde tanıdığı herkese mesele geçerdi... Şehirde, köyde, dağda, bayırda, mektepte, kahvede, evde, dükkânda, otururken, gezerken ve galiba uyurken de mesele geçerdi...”
Onun küçük ama anlamlı hatıralarından örnekler verelim:
“Dünyada esen sosyalizm rüzgârları 1960’lı yılların Türkiye’sinde de etkisini hissettirmektedir. Bu ideoloji basın ve üniversitelerde de güçlenir. Zemin istedikleri kıvama gelince öğrenci hareketleri de başlar. İşin kötüsü kendi medeniyet ve kültür kökleriyle ilişkisini sakatlamış Türkiye’de materyalist bir akımın karşısına çıkabilecek donanıma sahip geniş bir insan potansiyeli de bulunmamaktadır.
Zaptiye Ahmet bu materyalizm-sosyalizm rüzgârları karşısında bir şeyler yapmaya, insanları bir araya getirmeye çalışan, mukaddesata sahip çıkan bir gençtir. Bu dönemde MTTB olarak bir yürüyüş düzenlemeye karar verirler. Bez ve boya lazımdır, fakat imkânlar çok kısıtlıdır. Zaptiye Ahmet’in aklına tanıdığı bir manifaturacı gelir. Zaptiye Ahmet dükkân sahibine kendisini tanıtıp hal hatır sorduktan sonra ziyaret sebeplerini açıklar. Zaptiye Ahmet, üniversitede yıkıcı, anarşik faaliyetlerin gittikçe azdığını, bunlardan rahatsız olan geniş bir kesimin ise bir araya gelemediğini ifade eder. Fakat kendilerinin bu dağınıklığa bir son verip milli-manevi değerlere bağlı gençlerden ortak bir ses çıkmasına çabaladıklarını söyler ve sadede gelir; “Bütün bu hazırlıklarımız tamam, yalnızca bize üzerine fikirlerimizi destekleyen sloganlar yazmamız için biraz kaput bezi lazım. Acaba himmet buyurup birkaç metre bez verebilir misiniz?” Fakat bu sözlerden sonra manifaturacı Zaptiye Ahmet’i şaşkına çeviren şu sözleri söyler; “Efendim, ben bu yıl zekâtımı verdim, fakat bu yaptığınız hayırlı bir iştir; kalbim sizinle beraberdir. Sinirlenen Zaptiye Ahmet “Ne demek kalbim sizinle beraber? Kalbinizi ne yapacağız, ciğerci dükkânı mı açacağız? Bize bez lazım; veriyor musunuz, vermiyor musunuz, onu söyleyiniz!” diyerek dükkândan çıkar. (Ufuk ötesi dergisi 11 Tem 2010”Bir zaptiye Ahmet vardı… / Cem Sökmen)
“Komposto Değil Hoşaf İstedim”
Zaptiye Ahmet Müslüman-Türk dünya görüşünü hayatının her alanına yansıtmaya çalışmış bir insandır. O, bu haliyle tam bir “şuur adamıdır”. Birçok farklı konuda yüksek hassasiyet gösterdiği bilinir. Dilimiz için, kültürümüzün temel ölçüleri ve en ince ayrıntıları için verdiği mücadelede çarpıcı örnekler ortaya koyar ve 40 yıldır dostlarının hafızasından silinmez. Bunlardan birisi şöyle gelişir: Zaptiye Ahmet bir lokantaya gider. Yemeği yedikten sonra Zaptiye Ahmet, garsona seslenir “Bana bir hoşaf getir”. Garson, Zaptiye Ahmet’i dinledikten sonra mutfak bölümüne seslenir: “Ver bir komposto”. Zaptiye Ahmet sinirlenir, garsonu yanına çağırır ve sorar: “Sana ne söyledim?” Garson Zaptiye Ahmet’in neye dikkat çekmek istediğini bir türlü anlayamaz ve “komposto istedin” cevabını verir. Zaptiye Ahmet daha da hiddetlenerek: “Ben komposto istemedim, hoşaf istedim! Şimdi hoşaf ver diye bağır bakalım” der. Garson inat eder, fakat karşısındaki herhangi birisi değil dünya görüşünü iliklerine kadar yaşamak isteyen Zaptiye Ahmet’tir. Çaresiz “hoşaf ver” diye bağırır. Ayrıntılara dikkat eden insanlar maalesef bugün olduğu gibi o günlerde de garip karşılanabiliyor. Onların bu hassasiyetlere niçin sahip oldukları üzerinde pek düşünülmüyordu. Halbuki aidiyetlerini netleştirmiş ve kökleştirmiş insanların kendine haslıkları anlaşılırsa bundan üslubumuza ve tavırlarımıza büyük faydalar temin edebiliriz.
Yörük Kocasına Ne Diyeceğiz?
Zaptiye Ahmet ve arkadaşları 1965’lerden itibaren Söğüt’te her yıl Eylül’ün ilk haftasında buluşmayı gelenek haline getirirler. Zaptiye Ahmet’in yakın dostu yazar Nevzat Kösoğlu onun vefatı sırasında Kars’ta askerlik görevini yapmaktadır. “Erken giden mektup” başlıklı yazısı ve Peyami Turan müstear ismiyle o yılların birkaç yapraklık Söğüt dergisinde Zaptiye Ahmet’e şöyle seslenir; “Hey, Zaptiye! Oradakilere selam et, bu gün doğmaya mecburdur; hane mamur olmak içindir. Bu yaz gene Söğüt’e gideceğiz. O Yörük kocasının çadırına gireceğiz; hani diyecek, nerede kaldı? Böyle çetin bir soruyla bırakıp erken gitti, diyeceğim. Bu yaz bir kere daha en yüce heyecanlar çepeçevre dolanacak türbeyi ve sensiz Fatihalar okuyacağız ve hey koca Zaptiye! Sana da Fatihalar okuyacağız.”