İnsanların birbirine muhtaç olmaları, karşılıklı olarak yardımlaşmaları zorunluluğunu getiriyor.
Yardımlaşma, toplum hâlinde yaşamanın doğal bir neticesidir. Hem başkaları ile yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkânsızdır.
Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddî ve mânevî hayatımızı kapsayacak şekilde en geniş sınırları ile ele almış ve dinî-ahlâkî bir görev olarak sunmuştur.
Bizler mal sevgisi ile Allah rızasını kazanmak arasında bir tercih yapmak zorundayız.
Bir imtihandan geçiyoruz. Mallarımızdan sevdiklerimizi, sırf Allah rızasını umarak, yoksullara verirsek bu imtihanı kazanmış olacağız.
Bu konuda Peygamberimiz (a.s. m)’in yakın dostlarının davranışları bize örnek olmalıdır.
“Sadaka vererek iyilik eden erkekler ve kadınlar, bir de Allah’a gönül hoşluğu ile ödünç verenler yok mu, Allah onların mükâfatını kat kat verecektir.
Onlar için çok şerefli bir karşılık vardır.” (Hadid, 57/18)
Herkesin yararlanabileceği çeşme, köprü, cami, okul, yol, hastane, dispanser gibi hayır kurumları yaptırmak da mal ile yapılan yardımlardandır.
Bu tür hayır eserlerine sadaka-i câriye (devamlı sadaka) denilir ki, sevabı da çok fazladır. Sadaka-i câriye anlayışı, vakıfların ortaya çıkmasında çok büyük etkisi olmuş ve İslâm dünyasının her tarafı halka hizmet götüren vakıf kuruluşları ile dolup taşmıştır.
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir; Siz insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah’a imanınızda devam edersiniz.” (Âli İmrân, 3/104, 110);
“İyiliği emretmek ve fenâlıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günâh işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın.
Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Mâide, 5/2).
Yardım anlayışının özünde fedakârlık vardır.
Maldan sevgiye kadar her şeyin bir başkası ile paylaşılması söz konusudur.
Bu paylaşım işi bazen, zekât ve fitrede olduğu gibi mecburi olsa da, çoğu zaman tamamen isteğe bağlıdır.
Yine zekât belli bir miktarda alındığı halde sadakanın sınırı yoktur; dileyen dilediği kadar verir.
Böylece Müslümanlar arasında en geniş manada yardımlaşma yapılır.
Bu maddî yardımın dışında, Müslümanlar başkalarına söz ve davranışları ile de iyilik yapmak, onlara sevgi ile bağlanmak zorundadırlar.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar?
Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz.
Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır.”(Zuhruf, 43/32).
Hiçbir iyilikte bulunamayan bir Müslüman, eli ve dili ile başkalarına zarar vermemesi bile iyilik (sadaka) sayılmıştır.
“O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler)...
İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidayet üzeredirler ve bunlar azapdan kurtulup sevaba erenlerdir.” (Bakara, 2/35)
Bir Müslümanın, mal hırsını yenerek, âyetlerde belirtilen şeytanın aldatması ve cimrilik duygularını alt ederek, Allah’ın kendisine bir ihsan, bir lütuf, bir nimet olarak verdiği malından hayır yolunda, Allah ve Rasûlü’nün emrettiği şekilde harcaması, şüphesiz çok asîl bir davranıştır.
Böylece nimetin kadri bilinmiş, şükür edâ edilmiş ve Hakk’ın rızasına ulaşılmış olur.
“Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz.
Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir.” (Âli İmrân Suresi, 3/92).