Sabah doğan güneşi selamlayıp, yüzümüze zoraki bir gülümseme iliştirip güne başlayabilmenin zor olduğu zamanlardaydık. Bir yanda insanın doğadan aldığının üzerine yatmasının ve aldığı şey kendisine aitmiş gibi hoyratlaşmasının hesabını soran ve faturasını kesen doğal olaylar; canımıza kast eden seller, asırlık çınarı yerle yeksan eden fırtınalar; bir yanda sosyolojik anlamda insanın rahat nefes almasının önündeki insani engeller; öte yanda ise bambaşka huzur kaçıran insani etkinlikler, vasat insanın güne daha başlamadan gününü ve içini karartıyordu.
Hep başkalarını suçlamak, hep bir kurtarıcı beklemek, başkasından medet ummak Batı Asya toplumlarının karakteristik özellikleri olarak temayüz etmekteydi. Tam da Amin Maalouf’un “Her şeye, hep ve çok çabuk kızarlar ama hiçbir şey yapmazlar” dediği yerde değil miydik? Oysa “Başkalarının günahı bizi aziz kılmazdı”, başkalarını suçlayarak geliştirilebilecek bir savunma bizi masum kılmıyordu ama başkalarının da suçlu olması psikolojik olarak içimizi rahatlatıyordu. Herkesin suçlu olduğu bir yerde kimsenin suçlu olmadığı inancı vardı bu savunmanın temelinde. Vicdan rahatlatmanın bir karşılığı var mıydı peki; sadra şifa, bir yaraya merhem olmakta mıydı bu vicdan rahatlığı?
“Mükemmel en iyinin düşmanıydı.” Bir şeyleri idealize ettikçe onları kendimizden uzaklaştırdığımızın; kendi “acziyetimizin” ve “noksanlığımızın” farkına vardıkça da idealize ettiğimiz şeyleri imkansızlaştırdığımızın farkında bile değildik. Gazali’nin “el insanu mecburun ale’l ihtiyar”; Sartre’ın “insan özgürlüğe mahkum edilmiştir” diyerek dikkat çektiği bir şey vardı; insan her hal ve şartta özgürce seçme ve tercih etme hakkına sahipti. “Efendim kolektif bilincimiz, genetik özelliklerimiz, toplumsal algılarımız hatta fiziksel özelliklerimiz dahi yaydıkları enerji dolayısıyla özgürce seçim hakkımızı…filan.” Evet. Bütün bunlar etkiler, ama insan hep seçer. Ve insan bütün bunların farkına vardıkça özgürleşirdi.
Yine kendimizden başlayacağız dostlar. Sokrates’in “kendini tanı”, Gautama Siddhartha’nın “evrenin yanıtlarını bulmak için kendi içine dön”, Yunus Emre’nin “ilmin kendini bilmek”, dediği yerden konuşuyorum. Herkesin kendi kapısının önünü süpürdüğünde sokağın bir gün pırıl pırıl olabileceğinin hayalini kuruyorum; “herkesin putunun kendine şirin, herkesin başkasının putuna İbrahim” olduğu yerde.
“Eğer sizden bir gün sokakları süpürmeniz istenirse; Michelangelo‘nun resim yaptığı, Beethoven’ın beste yaptığı, Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün; O kadar güzel süpürün ki, yerdeki ve gökteki herkes durup ‘burada işini çok iyi yapan bir çöpçü yaşıyormuş’ desin.” Harika bir başucu cümlesi değil mi gerçekten?
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” der eskiler. Burada kendimize dair bir fikrin peşine düşülmesinden söz ediyorum; insanın kendine yönelip bakması, uzantısı kıldığı her şeye dair bir fikrinin olmasını da icbar ediyordu. Meslekler, memleketler, sıfatlar, toplumsal roller, varlık aleminde işgal ettiğimiz yerler, aidiyet ilişkisi kurduğumuz her nesne ve onların tarihi kendimize dair varacağımız her kanaatin işareti, uğrayacağımız her durağın habercisiydi.
Adalet, hakkı hak sahibine teslim etmek demekti. İnsanın insandan hakkı olduğu gibi; insanın ilişki kurduğu her şeyin de kendi cinsi üzerinden hak sahipliği vardı. Eşyayı maksadına uygun kullanmak adaletin bir gereğiydi. Sandalyede oturulur masada yazılırdı. Masada oturup sandalyede yazarsak sadece kendimize değil, maksadının ve varoluş emelinin dışında bir muameleye maruz kalan masa ve sandalyeye de zulmetmiş olurduk. Doğanın hakkını doğaya teslim etme mesabesinde değildik, kendimizi hak dağıtıcı gördüğümüz anda işler sarpa sarardı. Kendi hakkımıza riayet etme mesabesindeydik sadece.
Bu toplumda, bu aziz memlekette, doğanın içinde; kendi sorumluluklarımız nispetinde; başkasının ne yaptığına bakmadan, başkasının ne dediğine kulak asmadan, toplumun “yanlış” kalıplarıyla mücadele etmeyi de göze alarak, ötekini suçlamadan, adalet ve hakkaniyetle kendimize ve işimize odaklanacağımız bir yere ihtiyacımız vardı; farkında olarak ya da olmayarak bunu arıyorduk hepimiz. Ama bu arayışa kendimiz eşlik etmiyordu, kendimizle başlamıyorduk; işte sorun da burada çıkıyordu sanırım.
“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi/ taşınacak suyu göster/ kırılacak odunu”