Gönül hânemize yine bir hazan rüzgârı esti… Ölüm, her zaman olduğu gibi yine “erken gelen” yakıcı bir nefesti… Mart ayazında kalplerimiz bir kere daha üşüdü ve yeniden buz kesti… Kûs-i rıhlet çalınca, sararan yapraklar birer birer düştü dalından… Ve “Kubbe-i Hadrâ”dan feyz alan bir güzel insan daha “Ircı’i” (Dön!) fermânına uyarak hicret etti bu hayat masalından…
Nefesler sayılı, hayat vefâsız, zaman acımasız… Ölüm, herkesi eşitleyen yalın bir gerçek… Ölümle noktalanır, hayatın bu fânî dünyada insanlara verdiği mühlet… Zîrâ ölüm, “..Her nefsin mutlaka tadacağı..” ve inkârı katiyen mümkün olmayan apaçık bir hakîkattir... Ölüm, inancımıza göre fânî hayâta son noktayı koysa bile, bâkî dünyaya vâsıl olmamızı sağlayan bir mukadderattır... Ölüm; “..Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır..” emr-i İlâhî’sine icâbet etmekle başlayan bir vuslattır… Ölüm; ölümün öldüğü ebedî bir âlemde yaşanan rûhî bir hayattır… Ölüm; her lahzâ kendisini bize hatırlatan, ama bizim bir türlü tam olarak idrâk edemediğimiz “en büyük nasîhattır.”
Ölüm, İlâhî dâvete uymak ve bir başka dünyaya doğmaktır... Bu dünya hayâtında insana verilen ömür sermâyesi ölümle noktalanır... Yolların başlangıç ve bitiş noktası hep Allah(c.c.)’a varır... Bu yüzden bir ehl-i dil de;
“Ya İslâm’da erirsin,
Ya inkârda çürürsün,
Yol mezarda bitmiyor;
Gittiğinde görürsün…”
diyordu… Fuzûlî’nin;
“Gelin ey ehl-i hakîkat, çıkalım dünyadan
Gayrı yerler görelim, özge safâlar sürelim…”
dizelerinde söylediği gibi, ten kafesi açılırken; can kuşu hürriyete kanat çırpar, gemilerin geçmediği sonsuz bir ummâna yol alır… Güneş gurûb eder, zaman birden kırılır ve âniden bâkî âleme yeni bir kapı açılır… Herkes için, gün batar, söz biter, kalp durur, ibre sona vurur... İnsanoğlu; kaçınılması aslâ mümkün olmayan başlangıcın sonuna ya da sonun başlangıcına vâsıl olur...
Ve “Ömür Dediğin”den geriye; unutulmayan hâtırâlar, yürekte saklı yaralar, îfâ edilen ameller, hayat bulmayan emeller, yarınlara dâir hayâller, Mâverâ menzilli ideâller, yaşatılan fazîletler, yapılan ibâdetler, bir türlü yapılamayan hamleler, “keşke” diye başlayan sayısız cümleler, Hak yolunda çekilen zahmetler, katlanılan mihnetler, gösterilen gayretler ve çekilen çileler kalır…
* * *
İşte 16 Mart 2013 Cumartesi Günü sabaha karşı; “Gül” kokulu, “Kıble” yürekli, “Hilâl” bakışlı, Bozkurt duruşlu ve “Ülkü denen nazlı gelin”e sevdâlı bir güzel insan daha Hakk’a vuslat için Âlem-i Cemâl’e yürüdü… “Hüseyin Aras Başkanımız”ın rahmet-i Rahmân’a vuslat haberiyle birlikte; onu tanıyan herkesin, özellikle de 12 Eylül öncesini İzmir’de yaşayan ülkücülerin yüreği bu sefer bir başka yandı ve gönül dağını simsiyah bir duman bürüdü…
Dede Korkut’un;
“Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya”
mısraları dilimize düşerken; mâzîde kalan hâtırâlarımız da gönül ufkunda kıyâma durdu… Gözlerimiz terledi, bakışlarımız ıslandı ve bir yumruk gelip boğazımıza oturdu…
Artık yaşı çoktan altmışına merdiven dayamış olan bizim nesil de;
“Bu dünyaya gelen kişi, âhir yine gitmek gerek,
Misâfirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.”
dizelerini daha sık söyler olmuştu…
“Onlar” diye tesmiye ettiğimiz; başı dik, alnı ak ve dâvâsı Hakk olan, “Kevser akan ‘Gül’ kokan”; Anadolu’nun alın teri, “Bu Ülke”nin “yerli”leri, Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın beşik kertmesi ve ideâlizmin son efsânesi olan “Bizim Çocuklar” da artık birer birer terk-i dünyâ ediyordu…
Ahmet Turan Alkan’ın dediği gibi, zâten Muhsin Başkan’ın şehâdetinden sonra, emr-i Hak rahmetlinin bütün yaşıtlarını, nesildaşlarını, ülküdaşlarını bir anda kocaltmıştı ve artık hiç birimiz genç değildik… Ve İzmir Ülkücüleri olarak rahmetli Dr. Erol Atik, Aşur Demirbağ, Mahmut Odabaşı, Kamber Aydın, Nâdir İnal, Muzaffer Genç, Muzaffer Gökçen, Hüseyin Balkan, Dr. İsmail Cengiz, Suday Savrun Sandık, Dr. Cengiz Karalezli, İlhami Bölük, Subutay Demir ve Mehmet Arıcan’dan sonra Hüseyin Aras’ı da rahmet-i Rahmân’a tevdî etmiştik …
70’li yılların o zor günlerini İzmir’de yaşayan bu ideâlist gençliğin gönülleri genç olsa da, “Onlar”; saçlarından giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle zâten her geçen gün biraz daha gün batımına doğru yol alıyordu… Ve “âsûde bahar ülkesi”ne vâsıl olanlar artarken, “dünya gurbeti”ni mesken tutanların sayısı “Kıbrıs Gâzîleri” misâli bir bir azalıyordu...
Cumartesi sabahı saat 06.45’de Sertif Parlak telefon ederek Hüseyin Aras’ın vefât haberini vermiş, hüzünlü bir sesle “İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn” demiş, Mehmet Arslantaş, Hacı Kaya, Mehmet Kılıç ve Ahmet Tevfik Esensoy’la birlikte hemen İslâhiye’ye hareket edeceklerini söylemişti… Sertif Başkan; Yılmaz Özcan’ın Sivas’tan, Mustafa Çolakoğlu’nun Malatya’dan, Hanifi Batı ve Şemsettin Gölen’in de Elazığ’dan, yola çıkacağını haber vermişti. O menhus hastalık yüreğimizi bir kere daha kanatmıştı. “Biz ondan râzıydık, inşa’Allah Cenâb-ı Hak da râzı olur! Allah (c.c.) rahmet eylesin!” dedikten sonra dilimden gayrı ihtiyârî “Âah mine’l-mevt” kelimeleri dökülmüştü. Bu sırada başta Bayram Dalcı ve Mehmet Dener olmak üzere birçok gönül dostumuz daha telefon etmiş ve bu acı haberi duyurmuştu.
Ve Hüseyin Aras’ın o heybetli duruşu gözlerimin önünde canlanırken, “mâsum Anadolu’nun” bu yiğit evlâdının idealist dâvâ arkadaşları da bir film şeridi gibi zihnimden geçmeye başlamıştı… Bir anda, ihtiramla yâd ettiğimiz “İzmir’deki ülküdaşlık” ve müşterek mâzînin azîz hâtırâları hayâlhânemde peş peşe yürüyüşe geçmişti…
* * *
1970’li yıllar; millî ve mânevî değerlerine bağlı Anadolu çocuklarının üniversite tahsili yapmak için büyük şehirlere geldiği ve Ahmet Yesevî’nin nefesiyle tüttürülen “Ocak”larda buluştuğu yıllardı. 70’li yıllar, bizim de “denize maya çalmak” adına İzmir’i ve üniversite gençliğini millî değerlerle buluşturmak için gayret kuşağını kuşandığımız çok çetin bir dönemdi. O yıllar, “Gâhi kar yağardı, gâhi karanlık” diye tasvîr edilen zamanlardan bir zamandı… İzmir zâten; fikir tezgâhında çile dokuyanlarla, çile girdâbında inancını yaşamak isteyenlerin ikinci sınıf insan muamelesine tâbi tutulduğu ve şimal rüzgârlarının tozu dumana kattığı şehirlerden birisiydi.
70’li yılların başında "öğrenci hareketleri” diye isimlendirilen olaylar yeniden alevlenmeye yüz tutmuştu… Gençliği Marksist-Leninist fikirlerle ve ateist düşüncelerle iğfâl etmek ve Türkiye’yi bir Sovyet peyki hâline getirmek isteyenler, üniversitelerin özerkliğinden istifâde ederek fakülteleri birer “kurtarılmış bölge” yapmak için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Bunu temin için Türkiye’nin bütün üniversitelerinde sol gruplar tarafından; haklı öğrenci talepleri dile getiriliyor, çeşitli eylemeler başlatılıyor, daha sonra ise gerçek niyetleri ortaya çıkıyor ve pek çok fakültede ideolojik amaçlı işgaller ve boykotlar sahneleniyordu.
Öğrenimlerine devam etmek isteyen ülkücü gençler ise, bir an önce istikbâllerini kazanmak için fakültelerdeki işgal ve boykotlara karşı çıkıyordu. Böyle olunca da komünist militanlar, kendi ideolojik emellerine tâbî olmayan herkese ve özellikle de eylemlerine muhalefet eden ülkücülere karşı hasmâne saldırılar başlatıyordu.
Ülkücüler de -şimdi artık birilerine “hikâye” gelen, fakat o zor günleri yaşayanların çok iyi bildiği- “fakültelerin birer kızıl karargâh olmasını önlemek” ve “öğrenimlerine devam edebilmek” için, bir anda kendilerini çetin bir mücâdelenin içinde buluyordu… 70’li yılların ortalarında, pembesinden kızılına her türlü sol ve bölücü örgütün müşterek olarak başlattığı çok yönlü saldırılar neticesi ülke tam bir anarşi ve kaos ortamına sürükleniyordu… Türkçemizin o muhteşem ifâdesiyle “delikanlı” çağındaki milliyetçi gençlik de; “din, vatan ve bayrak” aşkının coşkun ırmaklar gibi çağlayıp aktığı bir dönemde “Ülkücü Hareket”in saflarında mücâdele bayrağını yükseltiyordu.
O yıllar; çıkarsız dostlukların, karşılıksız sevgilerin, kutsî bir dâvâ için yapılan mücadelelerin, ferâgat ve fedâkârlıkların “hesâbî” değil “hasbî” olduğu, yâni en saf ve en temiz duygularla yaşandığı yıllardı. O yıllar; yiğitlik ve cesaretin, ahlâk ve fazîletin, kardeşlik ve samimiyetin, iç içe girdiği, en kalbî duyguların, en bâkî arkadaşlıkların ve en ulvî gönüldaşlıkların yaşandığı ve en soylu ideâlizmin yaşatıldığı yıllardı. O yıllar; "ülküdaşlığın” ana-babadan sudûr eden kardeşliğin bir önceki hâli, âhiret kardeşliğinin bir sonraki mertebesi sayıldığı ve “dâvâ arkadaşlığı”nın da “kardeşlik hukuku”ndan bir cüz olduğu yıllardı.
O yıllar; Anadolu’nun muhafazakâr çevrelerden ve köylerinden gelen fakir-fukara çocuklarının 1980 öncesinde tezgâhlanan kirli senaryoların tam ortasında kaldığı ve Soğuk Savaş Dönemi’nin hükümrân olduğu ve ülkemizin ateş çemberinden geçtiği yıllardı… O yıllar, istikbâllerin söndüğü, hayatın; kan, gözyaşı ve çileden âzâde kalamadığı ve “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun” diyen ülkücülerin her gün kara toprağın bağrına düştüğü yıllardı. O yıllar; hayâlle gerçeğin, hayatla ölümün harman olduğu yıllardı. O yıllar; aynı yağmurlarda ıslandığımız, aynı sevgiden beslendiğimiz, aynı ideâllere yaslandığımız, aynı karda kışta, soğukta şehit omuzladığımız; aynı ülküleri, endişeleri, ümitleri, acıları ve sevinçleri paylaştığımız; bir ocağı, bir evi, bir koğuşu, bir battaniyeyi, bir ekmeği bölüştüğümüz yıllardı.
“70’li yılların İzmir Ülkücüleri” hayatlarının belki en sıkıntılı günlerini bu şehirde geçirmiş olsalar da, en unutulmaz hâtıralarını ve en mutlu zamanlarını da İzmir’deki “Ocak”larda yaşamışlardı… Zâten “ülküdaşlığın” en kâvî olduğu 70’li yılları yaşayanlar için, ömürlerinin sâir zamanları da bu yılların şerh edilmesi hükmündeydi...
O yılları yâd ettiğimiz zaman, içimizi sızlatan bir hicrânın feryâdını duyarız kalbimizde... Fırtınalı yıllardan geriye kalan ve bedeli çok ağır ödenen bir hareketin geçmişini ve bugününü çok farklı duygular içinde anarız. Gönlümüzü şâd eden nice hâtırâlarla coşarken; baharlarına kan damlayan kardeşlerimizi yâd edince efkârlanır ve için için ağlarız. Yüreğimizin en mutena köşelerine oturttuğumuz o yılların eskimeyen arkadaşlıklarını, bâzen âh ederek, bâzen târifsiz bir heyecan duyarak ve bâzen de gönlümüze çöken koyu bir hüznün gölgesinde hatırlarız. Çünkü o yıllar; gönüldaşlarımızı andıkça heyecanlandığımız, toprağa verdiğimiz yiğitleri yâd ettikçe hicran ateşiyle yandığımız yıllardı. O yıllar; çoraklaşan vatan toprağını kanlarıyla sulayan, şehâdet şerbetini İzmir’de içen ve ölümsüzlük denizine yelken açan; Suat Kürşat’ı, Cengiz Şen’i, Mesut Yergin’i, Reşat Atalay’ı, Mustafa Gönül’ü, Kemal Fedai Coşkuner’i, Saffet Çelik’i, Nurettin Temiz’i, Turan İbrim’i, Selçuk Duracık’ı ve Halil Esendağ’ı derin bir “Âah!" çekerek hatırladığımız ve Yunus Emre’nin;
“Bu dünyada bir nesneye,
Yanar içim, göynür özüm;
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi…”
dizelerini terleyen gözlerle terennüm ettiğimiz yıllardı.
* * *
İşte bu fırtınalı yıllarda İzmir’deki ülkücüler arasında liderliği, kültürü, hitâbeti, cesâreti, samîmiyeti ve kararlılığıyla temâyüz eden kişilerden birisi de rahmetli “Hüseyin Aras”tı.
O yıllarda Ege Üniversitesi’ndeki ülkücülerin sayısı, “bir avuç” tâbiriyle ifâde edilecek kemiyetteydi… Komünist militanların okullara her anlamda hükmettiği bir dönemde İzmir Ülkü Ocakları Başkanı olan Hüseyin Aras; o az sayıdaki ülkücüye; yaptığı konuşma ve faâliyetlerle müthiş bir güven duygusu, büyük bir azim ve târifsiz bir kararlılık aşılamıştı… İzmir’deki ülkücüler arasında Hüseyin Aras’ın başkanlık döneminin çok ayrı bir yeri vardı. O dönemi İzmir’de yaşayanlar çok iyi bilirler ki, üniversitedeki komünistlerin psikolojik üstünlüğü kırılmış, bütün fakültelerde form yapılmış, değişik strateji ve taktikler uygulanarak girilemeyen okul kalmamış ve bazı fakülteler düşürülmüştü. Zâten o dönemin ülkücüleri; “İzmir’de Hüseyin Aras Başkanımız varken, biz her meselenin üstesinden geliriz!” düşüncesine sâhip olmuştu. Çünkü Hüseyin Aras; liderliğiyle, teşkilatçılığıyla, olaylara hâkimiyetiyle ve uyguladığı taktik ve stratejilerle, İzmir’deki ülkücülere yepyeni bir heyecan ve müthiş bir mücâdele azmi kazandırmıştı. O; sadece ahkâm kesmemiş, fiilî mücâdelelerde de en önde durmuş, fakülteden fakülteye koşmuş, en zor zamanlarda dâvâ arkadaşlarını hiç yalnız bırakmamış ve ülküdaşlarıyla hep omuz omuza olmuştu. Çünkü Hüseyin Aras, “Başkan” sıfatının içini kâmil mânâda dolduran mümtaz bir alperendi.
Hüseyin Aras, kavrulmuş Anadolu toprağını andıran yağız çehresi, pala bıyığı, mangal gibi yüreği ve bükülmez bileğiyle, sanki akıncılar çağından günümüze gelmiş bir serhat beyiydi. O, “lider” olarak yaratılmış bir insandı. Onun; güven telkîn eden bir metâneti, akılla şekillenmiş bir cesâreti, inancını, azmini, kararlılığını ve ümîdini hiç kaybetmeyen bir şahsiyeti; her hâl ve hareketinde dînî, millî ve ahlâkî hasletlerini tebellür ettiren bir ciddiyeti vardı. Mertlik, yiğitlik ve şehâmet; sadâkat, tevekkül ve teslîmiyet; vefâ, dostluk ve muhabbet, fedâkârlık, dîgerkâmlık ve fazîlet; sabır, sağduyu ve samîmiyet onun mümeyyiz vasıflarındandı.
Hüseyin Aras; çok okuyan, farklı bakan, orijinal değerlendirmeler yapan ve hükmedici bir tarzda konuşan bir hatipti… Öyle ki, bir konu üzerinde -karşısındakine ders veya seminer verircesine- üst perdeden fikir serdederdi. O; inandığı doğruları ne pahasına olursa olsun dile getirir ve savunduğu fikirlerin sonuna kadar arkasında dururdu. O; Türk milletinin varlık-yokluk mücâdelesinde gözünü daldan budaktan sakınmaz, sözünü hiç kimseden çekmez ve hiçbir şeyden çekinmezdi. O; hiçbir olayda seyirci konumunda kalmayan, her zaman Yavuz Sultan Selim Han celâdetiyle, Köroğlu tavrıyla ve Bozkurt gibi kükremesiyle hep ön safta yer alan bir mücâdele adamıydı.
Hüseyin Aras; tefekkür eden, görüşlerini ve düşüncelerini çevresiyle paylaşan, konuşan, yazan, yeni ve yerli fikirler ortaya çıkaran, hayata sadece ideolojik bir şablondan değil, geniş bir zâviyeden bakan bir düşünce ve aksiyon adamıydı… Öğretmenlik yaparken bitirdiği Hukuk Fakültesi Rahmetli Hüseyin Başkan’a ayrı bir nosyon kazandırmış ve avukatlık yaptığı dönemlerde “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü” gibi evrensel değerlere millî ve İslâmî pencereden yeni bir bakış açısı ortaya koyan makâleler kaleme almıştı. 12 Eylül Referandumu’nda; “En kötü demokrasinin, en iyi askerî idâreye tercih edilmesi gerektiğini” söylemiş, millî irâdeyi hiçe sayan cuntacıların ve millete kan kusturan işkencecilerin mutlaka yargılanması gerektiğini de yazdığı yazılar ve yaptığı konuşmalarla dile getirmişti. O; Türk-İslâm Dünyası’nı kuşatan hayâllerinin yanında, “demokrasi ve hukukun üstünlüğü”nün de Türk Dünyası’nın 21. yüzyıldaki Kızılelması olduğunu / olması gerektiğini ifâde eden kıymetli bir fikir adamıydı.
Hüseyin Aras; şehit kanlarıyla sulanmış bu mübârek vatan topraklarının kıymetini çok iyi bilen; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın ve astığı bayrağın hakkını ödemek için akıl, alın ve gönül teri döken bir serdengeçtiydi. Şâir;
“Ben Antepliyim Şahin’im ağam,
Mavzer omuzlarıma yük;
Ben yumruklarımla dövüşeceğim,
Yumruklarım memleket kadar büyük…”
diyerek, “Antepli Şahin Bey” için yazdığı dizelerde, aynı zamanda sanki Hüseyin Aras’ı da tasvîr ediyordu. Çünkü Hüseyin Aras, ismiyle müsemmâ olan, isminin hakkını bihakkın veren ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in o mübârek şahsiyetinden erdemler tevârüs eden bir güzel insan ve muttakî bir îman burcuydu.
Hüseyin Aras; Nâmık Kemâl’in;
“Bâis-i şekvâ bize, hüzn-i umûmîdir Kemâl,
Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına”
dediği dâvâ adamlarındandı… O şahsî ikbâl hesabı yapanlardan değil, milletin dertleriyle dertlenenlerdendi. O, gerçekten de; çok vefâkâr, fedâkâr ve cefâkâr bir gönül dostuydu.
* * *
Hüseyin Aras’ın vefât haberiyle birlikte; 1973 yılında Bornova’daki Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki ilk tanışmamızdan, 2013 yılına kadar fâsılalı görüşmelerle devam eden 40 yıllık kadim dostluğumuz bir bir yâdıma düşüyordu… Önce hayâlhânemden öğrencilik yıllarındaki hâtıralarımız resm-i geçit yapıyordu… FKB’deki ortak derslerimizden Fen Fakültesi’ndeki boykotlara, Bornova’daki eski yapı Büyük Ülkü Derneği’nden, Çankaya’daki kurşûni renkli 3 katlı teşkilata, Ocak’lardaki toplantılardan Bornova’daki, Hatay’daki ev sohbetlerine, Yüksek Öğretmen’den Buca Eğitim’e, Kampüs’ten Hastaneye, İnciraltı’ndan Buca Mîmarlık’a, İktisat’tan Tıp’a, Yurtlardan Tariş’e, boykotlardan mitinglere, seminerlerden konferanslara, karakollardan DGM’lere, cezaevlerinden şehit cenazelerine, “Esir Türkler Haftası’ndaki Açlık Grevi”nden “İstikbal Yürüyüşü”ne kadar pek çok hâtıra siyah-beyaz kareler hâlinde gözlerimin önünden bir film şeridi gibi gelip geçiyordu…
İzmir’deki o yıllar; 12 Eylül öncesinin toz-duman ortamında; vatana can, bayrağa kan verenlerin; “...bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi, bir ülküyü paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...” yiğitlerin okullarla alınmadığı yıllardı… O yıllardan geriye; “İstikbâl Yürüyüşü”nde hâtırâlar, çekilen sıkıntılar, evde bir kazan çorbayla, lokantada “az kuru fasulye, üç parça ekmek”le yenilen yemekler, yokluklar ve yoksulluklar, yaşanan ve yaşatılan ülküdaşlıklar, candan arkadaşlıklar, rûhumuza derin izler bırakan gönüldaşlıklar ve yâd ettikçe bâzen hüzün, bâzen heyecan duyduğumuz talebelik günleri kalmıştı… Daha sonra bir grup arkadaşımız KTÜ’ye ve diğer üniversitelere nakil yaptırmak mecbûriyetinde bırakılmıştı… Şurası muhakkaktır ki, o yıllarda İzmir’de ülkücü olmak; çok çetin bir mücâdeleye, binbir türlü zorluğa ve ölüme tâlip olmak demekti… Bu sebeple İzmir Ülkücüleri çatal yürekli yiğitlerdi ve onlar; nerede olurlarsa olsunlar, her zaman ve her zeminde bu hareketin hep en ön saflarında yer almışlardı…
Bu zor yılların ardından ülkemiz tam bir anarşi girdâbına sürüklenmişti… “Birileri”; ihtilâlin olgunlaşmasını beklemişti. Bu bekleyiş binlerce insanın hayâtına mâlolmuştu… Ve bu kanlı günlerin ardından; “Din, vatan ve bayrak” aşkı için canını ortaya koyan, Tûran sevdâsıyla için için yanan, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olan ve yetmişli yılların fırtınalı ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan “kayıp bir neslin” yüreğini “12”den vuran bir “Kara Eylül” gelmişti. Yaşanan “kenan tûfânı”nın ardından; işkencehânelerde her türlü zulme mâruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan ve âşinâ oldukları “melâl”in asâletini yaşayan ülkücüler “öpmek istedikleri el” (?!) tarafından darp edilmişti.
Korkunun dağları sardığı bu tûfânın en şedit günlerinde bile ülkülerini yüksek sesle dile getirerek “Ülkücünün Çilesi”ni dert edinenler; “urganlı şafaklardan nurlu basamaklara” yol bulan “Yusuf Yüzlü Dokuz Yiğit”in îdâm sehpalarına gittiği kara günlerde her çeşit zulmün, haksızlığın, mağdûriyetin, mahzûniyetin ve mazlûmiyetin en koyu ıstırâbını bizâtihî yaşamışlardı… “Bu Ülke” uğruna çile çekenler, en güzel yıllarını hapishânelerde geçirmiş, cezâevi dışındaki âileler de madden ve mânen perîşân edilmişti… Zaten onlar; 70’li yıllarda mağdur, 12 Eylül’de mahkûm, 80 sonrasında da mazlum ve mahzun olmuş ideâlist insanlardı…
Her türlü toplum mühendisliğinin sergilendiği siyah-beyaz bir cinâyet filmi olan 12 Eylül 1980’den bugüne kadar devam eden değişik zamanlarda ve zeminlerde Hüseyin Aras’la birçok vesîleyle buluşmuş, görüşmüş ve istişâre etmiştik… “Eylül” darbesinin altında kalmış ideâlist insanlar olarak “statüko”yu yeni baştan ve bir kere daha sorgulamaya çalışmıştık… “Seksen sonrası”ndan günümüze “Türk-İslâm Ülküsü” için yapılanlar, farklılaşan bakış açıları, yapılan ittifaklar, “Millî Mutâbakat”lar, “Yatağına Kırgın Irmaklar”, yaşıyla değil, ama yaşadıklarıyla büyük olan insanlar, “zaman tüneline dalmış hayâller”, uğrunda can fedâ edilen ideâller için zihin ve gönül teri dökmüştük… Bedeli çok ağır olarak ödenmiş bir hareketin tarihine sayfa sayfa kayıtlar düşmüş, "Nîzâm-ı Âlem Dergisi"nde yan yana yazılar yazmış, eskimeyen dostların cenâzelerinde, düğünlerinde buluşmuş, konferanslarda ve kongrelerde birçok defâ bir araya gelmiştik…
26 Mayıs 2012 yılında Ecz. Abdullah Taş ve İlhan Köymen kardeşlerimizin fedâkâr çalışmaları ve canhıraş gayretleriyle organize ettiği “İzmir Ülkücülerinin Bornova Öğretmenevi’nde 40 Yıl sonra gerçekleşen buluşması”nda Hüseyin Aras’la gün boyu hasret gidermiş, eski günleri yâd etmiş ve yıllardır görmediğimiz gönüldaşlarımızla kucaklaşmıştık. Rahmetli Hüseyin Aras, bu buluşmada duygu dolu bir de konuşma yapmıştı. Nereden bilebilirdik ki bu görüşme bu dünyadaki son buluşmamız olacaktı.
Ve 2012 yılının Kurban Bayramı’ndan sonra Hüseyin Kardeşimiz de o amansız hastalık teşhis edilmişti. Gazi Tıp’ta tedâvî gördüğü sırada ziyâret için Ankara’ya gitmiş, fakat o gün Islâhiye’ye döndüğü için ancak telefonla görüşmek kısmet olmuştu. Ardından Antep’te devam eden tedâvî sürecinde, muhterem eşleri ve oğullarından telefonla haber almış, yurt dışından getirtilen ilaçlarla tedâviye devam edildiğini ve durumunda düzelmeler olduğunu öğrenmiştim. Ve 16 Mart 2013 günü sabah saat 05.30’da Hüseyin Aras kardeşimizin Hakk’a vuslat için Ebediyet Yurdu’na azm-i sefer ettiği haberi gelmişti.
16 Mart 2013 günü şâirin;
“Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız…”
diye terennüm ettiği hicrânın ıstırabını yüreklerimizde daha bir derinden duyarken;
“Gitti gelmez bahar yeli
Şarkılar yarıda kaldı…”
dizeleri de göz pınarlarımızı hüzün yağmurlarıyla buluşturmuştu…
Hüseyin Aras’ın 16 Mart 2013 günü 60 yaşında Hakk’a yürümesi, yüreği yanık gönüldaşlarına, ikindi güneşi gibi ömrü kısa, fakat gölgesi uzun olan Yavuz Sultan Selim Han için Kemâlpaşazâde’nin söylediği; “Zılli memdûd olur, zamâni kasîr.” mısrâını hatırlatmıştı...
Ve bu güzel insanın ölümü bizlere;
“Gitti ey dil, kimi sevdik ise cânân diyerek,
Etmedik gerçi şikâyet yüce fermân diyerek…”
beyitini hüzn-i tahatturla yâd ettirirken, bir mü’min olarak İlâhî takdîre boyun eğip, “El-hükmü lillâh…” diyoruz… “Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır.” Âyet-i Kerîmesi’ni ve hâdis olduğu da rivâyet edilen; “Ölüm, mü’minin canını Rabb’ine hediye etmesidir.” kelâm-ı kibârını düşünüyor ve;
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..”
diyen Necip Fâzıl’ın dizelerini de gönül yaralarımıza merhem eyliyoruz…
* * *
Ölüm, duymak istemesek de duymak mecbûriyetinde olduğumuz bir nidâdır... Ölüm, “vakitsiz geldi” desek de; boyun eğmek mecbûriyetinde kaldığımız bir vedâdır... Ölüm; herkesin ödemek mükellefiyetinde olduğu bir borcu edâdır… Ölüm; “Ta haşre kadar sürecek / Bir şeb-i yeldâdır…” Ölüm, aslında bir “elvedâ” değil, yeni bir hayata “merhabâ”dır…
Ölüm, kimileri için “şeb-i arus”, kimileri için “nev-ruz”, kimileri için fîrâk, kimileri için son duraktır... Kimileri içinse, “âsûde bahar ülkesi”nin giriş kapısında koklanan bir katmer güldür... Ölüm, mü’minler için aslâ son nokta değil, ancak bir noktalı virgüldür...
Ölümü çok düşünen, ‘bu hayatın rövanşına’ göre hayâtını düzenleyen insanlar için ölüm; bir kutlu tebessümdür… Ölümü tebessümle karşılamak, hayatı dosdoğru yaşamak, “Gökkubbede bir hoş sadâ” bırakmak her kişinin harcı değil, “Er kişinin” harcıdır... “Er kişi” eksikliğinin çekildiği bir dönemde Hüseyin Aras, “âsumânın fânusuna” birçok hoş sadâ bırakan, hayatı boyunca haysiyetli fikir çizgisini koruyan ve artık ender-i nâdirattan olan -kelimenin kâmil mânâsıyla- bir “Er kişi”ydi…
Gönül dostları için Hüseyin Aras; “Herkes ölür, ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz.” kelâm-ı kibarındaki “gerçek hayatı” “Dîn ü devlet, mülk ü millet” aşkıyla yaşamış bir alperendi…
O; düşünce dünyası, aksiyoner ideâlizmi, fikrî ve fiili mücâdelesi, vefâsı, dostluğu, sabrı, tevekkülü, tevâzuu ve samîmiyetiyle kalbimizdeki müstesnâ yerini hiçbir zaman kaybetmeyecek olan ve kökboyalı bir Anadolu kilimi gibi hâtıralarımıza ilmik ilmik işlenen bir ülkü deviydi…
O; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kafiyesi olmak isteyen, “gölgesiz ve lekesiz bir adâlet nizâmı”nı tesis için ömür boyu mücâdele eden bir gâzî-dervişti…
O; medeniyet tasavvuru olan bir hareketin kendi "ruh köküne” sahip çıkması, “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması” ve Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da yeniden kıyama durdurulması gerektiğine bütün gönlüyle inanan bir erbâb-ı kalemdi…
O; Türk olmayı İslâm’a hizmetle anlamlı kılan, “İ’lây-ı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü” savunan, ölümü hayâtın merkezine koyan, Kur’ân ve Sünnet yolundan ayrılmayan; “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”mak için âhiret merkezli bir hayat yaşayan bir güzel insandı…
Ne yapalım ki bu yılda Mart ayı yine hüzün yağmurlarıyla sırılsıklam etti bizi... Ne gelir elden, âhireti dünyaya tercih edenler, fânî nîmetlerin başında bir yudum su içmektense Kevser dolu şadırvanlarda kanmayı gâye edinirler...
Hüseyin Aras da; bizlere -Gâlip Erdem Ağabeyimiz ve Muhsin Başkan gibi- bir Mart acısı daha yaşattı, o da hâl diliyle;
“Bu dünyadan gider olduk,
Kalanlara selâm olsun.
Bizim için hayır duâ
Kılanlara selam olsun.”
dedi ve rahmetli Abdurrahim Karakoç’un bir şiirinde ifâde ettiği üzre;
“Artık ne kar yağar, ne ben üşürüm,
Ne de saçlarımı dağıtır rüzgâr…
Sağ iken bir günde bin kez ölürdüm,
Şimdi ölüm yoktur, ölümsüzlük var…”
diyerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu... Vatan-ı aslîsine vâsıl odu... O, Hakk’a kavuşmanın nûruyla bayram ederken, bizleri hasretin acısıyla mahzûn bıraktı... O, bir daha âhirette buluşuncaya kadar hep hayır dualarla yâd edeceğimiz gerçek bir gönül dostuydu...
Hüseyin Aras Kardeşimiz’in; kabri nûr, rûhu şâd, makâmı âli, mekânı Cennet olsun. Cenâb-ı Allah onu; Efendimiz’e komşu eylesin, kandım diyene kadar rahmet etsin. Yüce Rabbimiz, onun bu dünyada çektiği bütün sıkıntıları seyyiatına keffâret kılsın.
Âilesinin, sevenlerinin, bütün gönül dostlarının ve Türk milletinin başı sağ olsun…
Necip Fâzıl’ın ifâdesiyle; “Güzel atlara binip giden” bu “Güzel insan”a, Yahyâ Kemâl’in bir beyitiyle “vedâ” ediyoruz:
“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde;
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”
Ve sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:
“..Küllü nefsin zâigatül mevt..”
“..İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn..”
El Fâtiha...
Dr. Mehmet GÜNEŞ
22 Mart 2013 - Yozgat
(Türk Yurdu Dergisi, Cilt: XXXIII, Sayı: 312, Sayfa: 68, 2013,)