Yalnızlık üzerine

Motorunu çalıştırdı, kulaklığını taktı, kaskını ve eldivenini geçirdi, her dinlediğinde ruhunu yolculuğa çıkaran, ruhunu dinlendiren, parçanın son saniyelerinde bir ayine katılıp ilahi bir şeylerle temas kurduğunu düşündüren Yasmin Levy’nin “Sevda”sını açtı ve içsel yolculuğuna çıkmak için motorunun gazına bastı. Ruhsal bir kaçıştı O’nunkisi. Fizik ötesi bir yolculuk için kullanıyordu hep motoru, maksadı bir yerden bir yere varmak değildi, ruhunun derinliklerinde çıktığı bir gezintide bu kez Yasmin Levy’i almıştı yanına, bir de insanlardan kaçışını.

Yalnızlık, ne kadar anlamlıdır bunca karmaşanın ve kalabalığın insanın üstüne üstüne geldiği zamanlarda dedi ve içindeki sese bıraktı sözü. Sığınacak bir köşe, kuytusunda fırtınanın dinmesini bekleyeceğin bir mabed ne denli gereklidir insana. Çoğu yerde farkına varmaz insan içten içe büyüyen yalnızlık isteğinin. Çaresizlik olarak tanımlar çoğu zaman, yani olumlu bir çağrışımı yoktur çoğunun zihninde yalnızlığın. Oysa bir damıltma sürecidir yüreğine gelenlerin, bir dinme, bir dinlenme durağıdır yalnızlık.

Ekmek gibi, su gibi, aklımıza gelecek fizik temelli bütün temel ihtiyaçlarımız gibi ruhumuzun da temel bir ihtiyacıdır yalnızlık. Gırtlağımıza kadar battığımız, -evet battığımız gibi ziyadesiyle olumsuz bir kelime seçiyorum- dünya telaşından, sorumluluklardan, gerekliliklerden kısa bir süre uzaklaşıp, kontağı kapatıp motorun soğumasını beklemek bir ihtiyaç değil de nedir? Farkında değiliz, ya da sürekli öteliyoruz, bilinçaltımızda insanın birarada yaşamak zorunda olduğuna dair genel geçer tespitlerin ve “yalnızlık Allah’a mahsustur” gibi klişelerin dürtüsel hareketi neticesinde iletişime zorlanıyor, kalabalıklara karışma/katılma ihtiyacı hissediyoruz, içimizdeki sesin gerçek arzusunu görmezden gelerek.

Hızlı girmişti içindeki ses mevzuya, yol kıvrılıyordu bu arada, sakin sakin ilerliyordu yolda, fizik alemde bir yere ulaşma maksadı taşımadan, dağı, ormanı, rüzgarı, yoldaki çakıl taşını hissederek, sadece onların yani gerçek seslerin ve gerçek dokunuşların kendisiyle iletişimine müsade ederek yol alıyordu.

Toplum dedi içindeki ses, insanların birarada yaşadıkları, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşıladıkları ama çoğu zaman kendi başlarına kalmalarına müsade edilmediği bir ortam. Bu yaşamdan biraz olsun uzaklaşıp kendi kuytusuna çekilmenin ruhun temel bir ihtiyacı olduğu, ruhun dinginleşmesi ve dalgasının durulması için bunun bir gereklilik olduğu semavi olan ya da olmayan birçok dinde kabul edilir. İslam’da “uzlet” kavramı aklımıza gelirken, Budizm’de keşişlerin manastırdaki yaşamları hatırlanabilir mesela. Ve dinlerin ortak maksadının toplum nizamı ile birlikte ruh olgunluğuyla “hakikate” ulaşmak olduğu düşünüldüğünde yalnızlığın anlamı daha iyi ortaya konulabilir sanırım.

Yalnız olduğunu düşündü, etrafında kimsenin olmadığını ve tabiatın içinde onun bir parçası olduğunu bilerek ve rüzgarın serinliği ve ormanın kokusunu alarak ve bu duyguları kadim zamanlardan hatırlayarak, “gerçek” olanla temas kurarak içindeki sesi dinliyordu.

Franz Kafka gibi “Benim yalnızlığım insanlarla dolu” diyebilirdi bazısı. Belki kalabalık içinde yalnız kalınabilirdi. Belki de başını alıp gitmeye gerek yoktu ruhunun sesine kulak vermek için; bir müzik, bir ses, bir cümle, esen rüzgar, bir manzara seni yolculuğa çıkarmaya yeter ve içinde bir yerlerde yalnız kalabileceğin bir alan açardı.

Ruhunu düşündü, yanı başında, içinde olduğunu düşündü. O’nu ihmal ettiğini, dinlemediğini, duymazlıktan geldiğini, zamanla O’nun dilini kaybettiğini, O’nunla konuşamadığını ve iletişim kuramadığını hissetti. Fizik bedenine canlılık veren, yaşamının özü olan ve ilahi bir nefes olan ile iki yabancı gibi kaldığını hissetti.

“Ruhlarımızı kaybediyoruz, yalnızlılığa, yalınlığa aç bırakıyoruz” dedi içindeki ses. Yasmin Levy sahneden indi, beyninin içinde on binlerce kişiye alkışlattı O’nu. Motorunu kapattı, kaskını çıkardı ve durdu.