Yaşar Kemal, Nuh’un Gemisi “Bu Diyar Baştan Başa 1” adlı yapıtından alınan bazı bölümlerin röportaj haber alanında, Türkiye’nin önemli ve ilk röportaj haberciliğine örneklerinden birisi olarak ele aldım ve yorumladım.
Usta yazar, bizatihi hikâyelerin geçtiği yerlerde gezmiş, yaşamış ve gözlemleyerek kendi bakış açısıyla yansıtmıştır. Yaşananları toplumsal bir sorun olarak içselleştirmiş ve konuyu eleştirel bir yaklaşımla değerlendirmiştir.
Bir hikâye tadında okuyacağınız haberleri, geçmiş senelerde yaşanmış olsa da, günümüz dünyasıyla bağlantılar kurabilirsiniz. Gerçek yaşanmışlığın sahnelendiği bu hikâyeler, mekanlar gerçekliğin bir kesitidir.
Keyifle okumanız dileğiyle…
Dünyada Van
Doğu illerinden bir şehir; ‘Van’: Şehir’den çok büyük bir köyü andırması. Yirmi, otuz köyün birleşmesinden oluşmuş büyük bir köy gibi. Köy derken küçümseme anlamında değil, güzel bir köy. Gördüğüm yerler içerisinde en çok beğendiğim yer. İnsanın çok sıcak candan davranması, bir kahveye gittiğinizde insanların sizi tanısın, tanımasın selam verip, kırk yıllık dost gibi misafir perver davranması. Sabahları erkenden, öküzlerin böğürtüsüyle uyanıyorsunuz. Erken kalkar, şehri dolaşmaya çıkarsınız. Birkaç resmi bina hariç, evlerin hepsi toprak damlıdır, yolları toprak. Şehirde dolaştığınızda kapılarının önünü temizleyen kadınları görürsünüz, şehrin ne kadar temiz olduğunu anlarsınız. Şehrin en geniş caddesi, şerefiye caddesi, onunda yarısı parke taş, diğer yarısı toprak. Bu cadde’de sıralı giden kağnılar. Kağnılar, soyulmuş kavaklarla dolu, pazar yerine satmaya götürüyorlar. Şehir çok karabalık değil, en kalabalık yer, pazar yeri. Şehir eski Van kalesi dibindeymiş, birinci dünya savaşında şehir yakılmış, yıkılmış tam bir harabeye dönmüş. Savaş sonrası, yeni şehir daha yukarıya çok geniş bir alana kurulmuş.
Van’a Üniversite
Van’ı gezerken, üniversitenin yapılacağı yeri görmek istedim. Van kalesi ile göl arsında oldukça geniş bir alan. Ankara’da ki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bir bina yapılmalı, hatta Fen Edebiyat Fakültesi şuraya, Tıp Fakültesi, İktisadı yanına ve diğer fakülteler şuralara diye kendimce plan yaptım. Gölü, kalesi, şehri ve arkasında Ekrek dağı. Üniversiteyi kurdum gitti. Gelsin Anadolu’nun tığ gibi gençleri, hatta komşu ülke gençleri Irak, İran, Suriye den gelsin. Üniversitenin içerisinde görüyor gibiyim profesörleri, gençleri, pırıl pırıl her renk kaynaşmış. Üç üniversite var, olsun dört de olsun. Gençler gelsin feyiz alsınlar, aydınlansınlar. Yol yok, elektrik yok, kanalizasyon yok, ev yok. İlim insanlarını, birçok eksiği olan bu yerde nasıl tutacaksınız. Üniversite için altyapısının yapılması gerekir. Van Lisesi ve Ortaokulu olmak üzere 300 öğrencisi olan bu şehre üniversite açmanın yanlışlığını aydınlarına anlattım. Hak verdiler, fakat bu şehre üniversite yapılırsa devlet bu altyapı ve diğer tüm eksikleri yapmak zorunda kalır hayaline sarılmışlar. Van’da üniversite yapmak iyi olur, ama fakir fukaradan toplanan üç, beş kuruşun burada heba edilmesinden korkarım. Ülkenin birçok yerinde tamamlanmamış, yarım bırakılmış işler dolu.
Van Gölü Değil, Van Denizi
İkindi üzeri Tatvan’a geldik. Burası yıkık harabe bir yer. Doğuda başka ne beklenir. Çok kötü bir otel kalınacak gibi değil. Yürüyerek göl kenarından tuğ’a geldim. Tuğ- Tatvan arası yarım saat. Van Gölü işletmesi, burası demek. Güzel yapılmış, kim yaptıysa eli nurlansın. Çalışınca demek doğuda da güzel işler yapılabiliyor diye düşündüm. Tuğ, tertemiz caddesi, oteli, yeşil ağaçlarıyla küçük şehircik. Devlet eli değmiş. “Tatvan” ve “Bitlis” isimli iki gemisi var. Saat’te 5,6 mil hız yapabiliyorlar. Gemilerden biri daha ufak. Erkenden gemiye biniyor yola çıkıyoruz. Göl alabildiğine büyük, göl değil deniz. Vanlı zaten deniz diyor. Masmavi suyu, yeşil doğasıyla, dört tarafını saran dağlar. Van gölünü görmeye, anlatmaya değer. Ama nasıl anlatılır. Göl her saat farklı renklere bürünüyor mavi, mor, yeşil türlü renk cümbüşü, doğusundan batısına gelip geçiyor. Gemi çok küçük, ağzına kadar dolu. Gemi, yük ve hayvan gemisi. Hayvanlarla insanlar bir arada yolculuk yapıyor. Çok kötü kokuyor. Gemi’de ineğinin ipini sıkı tutup ayağının dibinde oturan yaşlı kadınla konuştum.
“Teyze,” dedim, “bağlasana ineği şuraya”
“Bağlamirem”, dedi.
Sonra ayağa kalktı, ineğinin boynuna sarıldı. Bir şeyler söyledi. Bana da ters ters baktı. Garezine olacak:
“Men,” dedi. “kurban olurem hokumımize. Goymedi ineğimi embere.Verdi menim yanime.”
İşte yürekler acısı olan budur. İnsanlar hayvanlarıyla birlikte iç içe yaşamasına devletin müsaade etmemesi gerekir. İnsanoğlunun, insan olarak bir haysiyeti var.
Bir Mahpusane
Büyük bir yol var. Ekrek dağının öbür tarafından gelerek köyleri geziyorum. Gelip geçekerken, soyulmuş kavak yüklü öküzleri çeken köylüyle karşılaşıyorum. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz bir birimize. Köylerine davet ediyorlar. Bir gün yine soyulmuş kavak götüren öküz üzerinde oturan yirmi yaşlarında bir genç. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz, konuşuyoruz.
Bir ara öküze binili delikanlıya soruyorum.
“Günah değimli,” diyorum, “yazık değimli”
Hemen öküzden iniyor, yüzüme bakmadan:
“Çok uzaklardan gelmişem ağa, yorulmişem.”
“Öyle ise niye indin öküzden?” diyorum.
Yüzü ateş gibi oluyor, başı yerde.
“Ayıptır,” diyor.
İçimden kör olsun zaruret, kahrolsun yokluk, kahrolsun düşüncesi geçiyor.
Yük vurmak günah değil de, binmek mi günah. Herkes biniyor öküze, şehre girince iniyor.
Başka bir gün yine yoldayım. Ekrek dağının karları ışıldıyor. Karşı’dan gelen iki atlı. Atların üstünde ağıt yakarak gelen iki kadın. Kadınlardan biri ağıt söylüyor, diğeri ağlıyor. Diğeri ağıta başlıyor diğeri ağlıyor. Yanımdan gelip geçip gittiler. Merak ettim, dönüp arkalarından giderken. Karşıdan iki öküzlü ile karşılaştılar . Durup konuştular sonra ağlayarak yoluna devam ettiler.
Şehirden gelen yolculara sordum:
“Neden ağlıyor,” dedim “bunlar?”
Birisi:
“Gardaş,” dedi, “bunin gocasi vurmiş bir adami, girmiştir mapusaneye…Ağlir onun için.”
“Neden vurmuş adamı?”
“Herkes diyri başge başge, sen iname… yalandırlar hepsini… Döğüş terle döğüştür.”
Bütün Van bomboş. Ekilmiş yer var diyecek kadar, toprak ekilmemiş. Burada mı tarla kavgası? olur şey değil.
Çarşı’da pazar yerindeydim. Akşam olmuş, hala pazar yerinde pazarlık devam ediyordu. Dükkanlar kapalıydı. Karşıda içine iki kişi sığacak pantolonlu biri duruyor.
Yüzü incecikti, uzun, zapzayıftı. Yüzü ayva tüylüydü. Yanına vardım.
“Merhaba,” dedim, “ne geziyorsun?”
“Merhaba,” dedi. “ben Türkçe bilmiyorum.”
Elinde paralar vardı. Bakıp duruyordu paralara. Sonra avcunu bana doğru uzattı.
Bunlar kaç kuruştur?” dedi.
Saydım otuz iki kuruş.
Söyledim.
“Bana,” dedi. “şeker al bunlarla.”
Bir dükkana götürdüm. Nakışlı şekerleri beğendi onlardan aldım ve çıktık dükkandan.
Dedim ki:
“Kardeşim, niçin geldin Van’a?”
“Hastayım,” dedi. “Burada ‘Tuhtur’ adında bir adam varmış, onu arıyorum.”
Yüzüne baktım. Allah bilir ya, bunun derdi, ince hastalık.
Düşündüm Vana üniversite açalım mı diye bu delikanlıya sorsam mı ola?
Bu delikanlıyı Van’da tanıştığım bir öğretmen arkadaşa söyledim. Zaten doluymuş. Boşandı
“Bu da mı mesele.” dedi, “bu da mı?” Kara kışın zehir gibi ayazında burada insanlar yalınayak kara basarlar. İş yok. Güç yok. Ne iş görsünler. Altı ay bomboş.
Sonra:
“Van,” dedi. “Van bir mahpusanedir, üç ayda bir, bir gazete yüzü görmediğiniz olur. Hasret kalırız dünya’ya. Göya koyun memleketidir. Git kasaba, bir kilo et al vur duvara, yapışır. Sakız gibi…Kışın Rahva yokuşunu kar basar. Ne giden, ne gelen… direklerin tepesine basa basa yürürsünüz. İşten böyle… Bazı akşamlar eve dönülmez kurtlar çıkar önüze. Şehre kurtlar dolar. Mahallenin köpekleri kovalar kurtları. Batı doğu yok. Yurt bir bütündür diyorlar. Gelsin bir yıl burada yaşasınlar da öyle desinler o sözleri. Van mahpusanelikten kurtarıldığı, yani Vana yol yapıldığı zaman batı doğu farkı aradan kalkacaktır,” dedi.
Öğretmen arkadaşın hakkı var. Van mahpusanelikten kurtarılmalı. Van’ın derdi çok birinci yol.
Doğu İllerinden Küçük Notlar
-Sarıklılar
Köylere gitmek için iskeleye gittim. Gelenleri karşılayanlar, gidenleri yolcu edenler, yolcu olanlar ve dahası seyre gelenlerle dolu. Kalabalık arasında on, on beş kişi dikkatimi çekti. Hepsi de sarı sarıklı. Bazıları şapka üzerine, kimi külahı üzerine sarmış. Yanımdaki, Ernis köyünden olan bir kişi, bunlara yaklaşarak soruyor. “ Bu ne hal”, diyor. “sofiler? Hükümet görmesin!”
“Sağ olsun Demirgurotumuz, sağ olsun,” diyorlar.
Sağ Olsun!
Doğuda kime rast geldimse, hangi köylüyü gördümse hepsi şapkasız. Çoğunda sarık, bazılarında kendi ördükleri külahlar var.
-Şeyhin Sürüsü
Epeyce kaldığım Ernis köyünde bir gün baktım köylüler koyun alıyorlar. Satacakları yerde. Burada satacakları tek meta koyundur.
Birisine:
“Yahu,” dedim,” siz satacağınız yerde, koyun alıyorsunuz? Böyle iş olur mu? Kelepir mi yoksa?
“Yok,” dediler,” şeyhin sürüsü…”
İş anlaşıldı. Yılda birkaç kez şeyhler müritlerini dolaşıyorlar. Köylüde kendince şeyhine koyuncuk veriyorlar. Şeyh de topladıkları koyunları başka yerde satıyor.
“Şeyh,” dedim, “şeyh olan şeyh alır mı bu kadar fakir insanların mallarını.”
İtiraz ettiler;
“Almasın da ne yapsın?” Günde üç yüz kişi iniyor Şeyhin tekkesine, yemek yiyorlar, sonra şeyh paranın hepsini yemez ki, muhtaçlara da dağıtır.”
Şeyhin sürüsü köyden köye büyüyor.
-Okula Girmeyen Hoca
Diyarbakır köylerini gezerken bir eğitmenle tanıştım. Okuma yazmayı, Türkçeyi askerde öğrenmiş. Abdestli namazlı biri. Çok da olgun, ileri fikirli. “ Ah Atatürk,” diyor da başka bir şey demiyor.
O anlattı:
Bir gün köylüler, toplu halde , bir yere giderken, şu eğitmeni de ziyaret edelim, diyorlar. İçlerinde bir de hoca var.
Hoca:
“ Girmeyin,” diyor, “okulun içine. Girmeyin, haşa gavur olursunuz. Sümme haşa…”
Boşuna değilmiş, şu doğuya okul yapılmadığı. Hocaların gönlü hoş olsun.
-Ziyaretler
Bitlis’te olsun, Van’da olsun, kadınlı erkekli yollara dökülmüşler köylüler ziyarete gidiyorlar. Hasta olan, başı sıkışan, doktor bilmiyorlar hepsi ziyarete koşuyorlar.
Her yol ayrımında, her tepe başında bir ziyaret. Allah selametlerini versin.
-Üç Taş
Buralardaki baş yemin, üç taş yeminidir. Buralarda bu yemini kimse yalan yere yapmıyor.
Yemin verdiren kimse, yemini verecek kimsenin eline, üç taş veriyor.
At bunları diyor.
Yalan yere bu taşları atan kimse karısı, üç den dokuza boş oluyor. O kadın, kocası ile yatmıyor çekip gidiyor. O nedenle, kime yalan yere yemin edemiyor.
-Evlenme
En zor işte budur. Doğuda bundan zor iş yoktur. Kız isterse çok çirkin olsun, iki bin den aşağı değildir. Getirisin iki bini alırsın kızı. Zengin kızların fiyatı otuz bine kadar çıkmakta. Kızları kamyonla takas edenler bile görülüyor. Seksenlik ihtiyarların bile on beşinde, gül gibi karıları bulunuyor. Parayı verip almış.
-Şemsiye Saçlılar
Ernis iskelesinde beklerken garip kılıklı birini görüyorum. Elinde tef, çalıp söylüyor. Saçları çok uzun. Alnından, saçlarının altından yeşil bir mendil bağlamış. Saçları şemsiye gibi açılmış aşağılara dökülüyor.
Van Köylerinden Biri
Bu köy Ernis köyüdür. Van gölünün kıyısına düşer. Üstünde esrük dağı vardır.Van gölü ve esrük dağı arasına sıkışmış bir köy. Ernis iskelesinden inince, ötede, dağın eteğinde, birkaç kavak ağacı göründü. Evler görünmüyor. Şaşırdım kaldım. Yanımdakine sordum evler görünmüyor mu diye. Evet görinmir dedi. Bizde köyde doğduk büyüdük. Karınca kararınca memleketimizi öğrenmeye çalışıyoruz. Böylesini hiç görmedim. Köye yaklaştık birkaç ev göründü. Evlerin duvarları bir metre ancak var. Yer kazılmış çukur halde. Bir evin içine girdik, kapkaranlık. Köyler var yıkılmış, köyler var ottan, köyler var çadırdan. Son zamanlarda çadır evler göçebelikten bıkıp da iskan almak için can atanların köyleridir. Bu çadır evler Çukurovadadır. Bu köyde evler yer altında, o kadar nemli ki, mağara da yaşasalar daha iyi. Ernis köyü yine iyi, öyle köyler var ki, duvarları yerle bir. Dam üstünde sürüyorlar, sonra çıkarıyorlar zahireyi, kolayca indiriyorlar içeri. Evler de hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. O nedenle ev çok kötü kokuyor, ama onlar bu kokuya alışıklar. Her şeyleri bir aradadır. Evlerin önlerinde iki adam boyu tezekler var. Yine tezekleri, tezekle sıvamışlar. Kışın oradan alıp yakıyorlar. Bu tezek yığınlarının adı “kalak”tır. Ernis’de 95 ev var. 95 evin yalnız 12’si yer üstünde. Bir gün köyde gezerken dedim ki. Köy’de de, kolay gezilmiyor. Köy kocaman köpeklerle dolu.
Bir adam geçiyordu sordum:
“Hep çırılçıplak mı bu köyün çocukları?”
“Yok begim.” dedi, “Heç olir ciplak, elbisede giyirler”
“Ne, ne” dedim?
“Analari gitmiştir göle, “yıkamişidir çemeşir.”
“Hep bir kat mı olur?” dedim.
“Ya gaç dene olacek.” dedi. “Yetmir mi bir get.”
Ernis de sabuna çok da ihtiyaç yok. Göl sodalı olduğu için, çamaşırları göl de yıkıyorlar. Yaman bir dertleri var. O da göl sodalı olduğu için çamaşırları çabuk eskitiyor.
Ernis’te bol bol pınar var. Suları da iyi. Pınarların içinde tezekler yüzüyor ama…Kusur mu?
Hela arama hiçbir evde yok. Hamam da arama herkesin boynunda bir karış kir. Muhtar ve birkaç zengin hariç. Onlar temiz.
Röportaj 2.
1.Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı 37 köy ve bu köylerde yayan insanların karla, soğukla, donla ve açlıkla, ince çadırlarda hastalıkla mücadeleleri anlatılıyor. Mevsim kış, dondurucu bir ayaz var. Zelzele olmuş, dört köy yerle bir olmuş, insanlar yıkık dökük evlerinde kalamıyorlar korkudan. İnsanlar ince çadırlarda kalıyorlar aç, yoksul, hasta. Bu zor şartlarda yaşamaya çalışıyorlar.
2. Serçeboğazı köyü, Zelzele olmuş, kimi insanlar yıkıntılar altında kalıp ölmüş, kimi yıkıntılar altında kurtarılmayı bekliyor. Sağ kurtulanlar koşuşturma içerisinde sağ kalanları kurtarma telaşı içinde. Toprak altında kalmış bir vatandaş, nasıl kurtarıldığını anlatıyor. Diğer bir vatandaş ise eşi ve kendisinin kurtulduğunu ama donmuş toprağı kazıp kurtaramadığı beş çocuğunu nasıl kaybettiğini içi sızlayarak anlatıyor. Hava o kadar, soğuk ki toprak bile donmuş, kazma işlemiyor. Beş çocuğu gözleri önünde yarım saatte ölmelerinin acısı yüreğinde hala çok taze. Hastaneye geliyorum yaralı dolu. Kimi nasıl yaralandığını anlatırken, kimi toprak altından iki gün sonra kendi ve bebeğinin kurtarılışını anlatıyor.
3. Hasankale ilçesindeyim. Hükümet konağı, hastane önü her yer yaralı, perişan insanlarla dolu. Hepsi yorgun, aç, perişan kiminle konuşsam şu halimize bak ne olacak halimiz diyor. Şimdi gördüğüm çadırlar öncekilerden farklı. Öncekiler gelişi güzel kurulmuş. Bunlar, yer kazılmış, çadırlar yere gömülmüş. Fakat yine de çadırda soğuktan durulacak gibi değil. Yakacak hiç bir şeyleri yok. Çadırlar o kadar soğuk ki, çocuklar hep hasta. Ellerinde odun, tezek taşıyan insanları görüyorum. Durup soruyorum onları nereye götürüyorsunuz diye. Evleri yıkılmış her şeyi yok olmuş insanlara götürüyoruz. Sizin ihtiyacınız yok mu diye sorunca, olsun biz idare ederiz diyorlar. Yine de bu koşullarda kendi evleri yıkılmamış insanlar, diğer komşularının yardımına koşuyorlar.
4. Deveboynu köyü: Hava kar yağışlı. O kadar çok yağıyor ki, hem de karı savururcasına. Gidip gitmeme düşüncesi sonrası gidiyorum. İnsanlar incecik çadırda ama ısıtacak odunları bir şeyleri yok. Yardımlarına evleri yıkılmayan diğer köylüler koşuyorlar. Ellerinde ne var, ne yok alıp getiriyorlar. Güzel bir dayanışma sergiliyorlar. Korkudan köylü dışarıda kalıyor. Yarı yıkık bir dam var. İçinde yaşlı bir adam, dışarı çıkmıyor. Soruyorum neden çıkmıyorsun dışarı üzerine yıkılır altında kalır ölürsün. Yaşlı çıkmam diyor. Neden çıkmıyorsun dediğimde, öldürmeyen Allah öldürmez. Vade dolmuşsa dışarıda da alır. Oysa dışarı ne kadar soğuk bilirmisin ki dışarı çakarsak donarak öleceğiz. Hepsinin sorunu aynı. Soğuk, açlık, yoksulluk.
5. Zelzelede taş taş üstünde kalmamış kuruç köyündeyim. Köyde tüm evler yıkılmış, köylü çadırda kalıyor. Çadırlar ince hava ayaz mı ayaz. Bu şartlarda ne yaşlı, ne çocuklar dayanması mümkün değil ama yinede yokluk, sefalet içinde yaşıyorlar. Akşam oldu ve ben köylü recep’e bu gece sende kalacağım dedim. Recep, beyim başım gözüm üstüne ne demek ama bu havada, çadırda zor olmasın dedi. Ben, siz kalıyorsanız ben de kalırım deyince, Recep peki beyim şeref verirsin dedi. Gece çadıra girdik. Eşini komşuya yatmaya gönderdi. Sonra çadırın içine benim şerefime sobayı yaktı. Etraf bir anda ateş kesti. Saat gece yarısı olunca, Recep soba közlenip, sönme noktasına gelince söküp dışarı çıkardı. Bana da beyim çıkarmasam sığamayız çadıra dedi. Çadırın içinde yatak yok. Samandan bireyler yaptı ve sekiz çocuğu, birbirine sarılarak yarı üstü açık yattılar. Ben de üstümü ve montumu çıkartmadan iki büklüm yatmaya çalıştım, ama kısa bir süre sonra dişlerim takırdamaya başladı. Recep arada bir gelip açılan yerimi örterek üşümemi engellemeye çalıştıysa da Dişlerimin takırtısına mani olamıyordum. Soğuk iliklerime kadar işlemişti. Sabahın erken saatinde kalktım ve recep’e gitmem lazım deyip ayrıldım çadırdan. Çok hızlı koşarcasına gitmeme rağmen ısınamıyordum, çok üşümüştüm.
6. Sos köyü yolunda araçla ilerliyoruz. Araç birden durdu. Şoför arıza yaptı dedi ve tamire başladı. Köye de mesafe var. Arkadaşımla konuşuyoruz, araç tamir edilirken. Hava soğuk mu, soğuk. İş uzadı. Mecbur köyde kalacağız. Ben şansa bak yine kaderde çadırda kalmak varmış diye hayıflanırken, yürüyerek köye geldik. Muhtarı bulup durumu anlattık. Baktığımız çadırlar buz sarkıklarıyla dolu, çocuklar takır takır öksürüyor, hepsi hasta. Burada kalırsam kesin donarım. Kalmak istemediğimi söyledim. Arkadaşım ahırı duyunca orada kalmak istedi. Çünkü hayvanların doğal kalorifer olduğunu söyleyip orada kaldı. Muhtar ise bana mescit’te kalabilirsin orası daha sağlam deyince kabul ettim ve orada yattım. Gece yarısı olmuştu birden sallanmaya başladık. Zelzele oluyor ama dışarı çıksam buz, yatak sıcacık. Ne olursa olsun burada kalacağım dedim ve sabaha kadar mescitte yattım. Sabah kalktığımda yıkık binada kalan yaşlı adamın zelzeleden iki kez nasıl kurtulduğunu ve üçüncüsünden de kurtulacağını dinledim.
7. Hasankale’de bir kahvedeyim, insanlar oturmuş konuşuyorlar ama diken üstündeler. Zelzele günde iki kere oluyor, kimse evine girmiyor. Korkuyorlar üzerine çökecek diye. Ama bu soğuk havada çadırda kalmak zor. İnsanlarla konuşurken yine bir zelzele oldu. Sanki alttan çivi çakıyorlar gibi. Herkes dışarı kaçtı. Adamın biri bağırıyor sahibimiz yok mu. Biz bunları neden yaşıyoruz diye. Bana doğru geliyor yaklaşınca aynı şeyleri bağırarak söylüyor ve yazdıkların yaşadıklarımızın çok ufak bir parçası. Adam uzaklaştı. Herkes çok korkuyor, o nedenle dışarıda, çadırlarda kalıyor. İleride köşeye çömelmiş adamla konuşmaya çalıştıysam da adam cevap vermedi. Doktor insanlar bizim gibi etten kemikten bu şekilde uzun süre bu şekilde dayanamazlar. Herkes hasta. Memuru, hakimi, polisi hep aynı durumda çadırlarda yaşamaya çalışıyorlar. Karşıdan Kuruç, köyünden bir kişi bana doğru geliyor, yaklaşınca bana, “Begim”, dedi, “ böğün barakalarımıza girmişek. Allah dövletimize, milletimize zeval vermeye. İmdi yerimiz sıcah. Yaramiz sarilmiş.”
“Darısı öteki köylülerin başına,” dedim.
“amin”, dedi.
Röportaj 3.
Üçüncü Mevki Yolcuları
Trene Şarkışladan bindim. Ne biniş, ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Üçüncü mevki. İnsanlar sırt sırta, üst üste. Tren o kadar dolu ki. Adım atacak yer yok. Koridorlar, tuvalet dahi insan dolu. İnsanlar iç içe girmişler. İçerisi ayak, ter kokuyor, kir pas içinde. Ama insanlar sanırsın ki kardeş. Bu samimiyet çaresizlikten olsa gerek. Şu genç adam Karadenizli. Şurada ki yaşlı Sivaslı olsa gerek. Bavulumu koyup oturacağım yer bulduğum için çok şanslıydım. Bir durakta üç kişi inse trenden, daha fazla grup biniyor. Karşımda oturan kadının kucağında ufak bir çocuk zangır zangır titriyor. Annesi sarsa da titremesi durmuyor. Ne yapmalı bilemiyoruz. Çocuğun titremesini kesmek için ne yapmalı diye düşünürken, karşı köşede duran genç adam zar zor yanımıza gelip, çocuğu anasının kucağından alıp kendi montuna sarmış ama yine de titremesi durmamıştır.
Genç adam “Ne yapmalı der,” sonra başka biri “Çay”, “çay olsa titremesi geçer” der. Çay nerede, bir ve ikinci mevkide var. Adam, monta sardığı çocuğu bir süre sonra titremsi hafiflediğini görür. Adam çocuğu anasının kucağına verir. Karşımda oturan yaşlı kadın, Allah senden razı olsun kardeşim der. Üçüncü mevki buranın kaloriferleri yok mu çalışmıyor mu bu insanlar neden üşüyor. Bunda bakanın eli var diye düşünüyorum. Tren bir durakta durdu, indim ikinci mevkii’ye girdim ne görsem sıcacık.
Edebi Anlatım
Van ve Erzurum özelinde il, ilçe ve köylerinde yapılan gezintiler, yapılan gözlemler ve konuşma diyaloglar ve sohbetler doğal bir dil kullanımı ile yapılmış ve edebi bir betimleme ile kaleme alınmıştır.
Turabi Küçük