“Yürümenin Felsefesi”

Kulağına taktığı kulaklık ile makul seviyede açtığı yavaş bir müzik eşliğinde kafası önünde dalgın, düşünceli ve ağır ağır yürüyordu. Hava soğuktu. Yağmur yağmıyor, rüzgar esmiyor ama memleketini hatırlatan bir ayaz bir müddet daha yürüse dudaklarını çatlatacak kadar kendini hissettiriyordu. Kimsenin yüzüne bakmak istemiyordu. Tanıdığı kimseyle rastlaşmak, rastlaştığı için içinden gelmeyerek gülümsemek ve rastladığı kişinin de çoğu zaman sırf rastlamış olduğu için mecburiyetten yönelttiği birkaç lüzumsuz soruya maruz kalmak istemiyordu. Kabanının yakasını boynunu kapatacak kadar kaldırdı, beresini kaşlarına varacak kadar indirdi, eldivenli ellerini zorlanarak soktuğu cebinden, az önce diğer eline aldığı sigarasını yakmak için çakmağını çıkarttı. İki dudağının arasına aldığı sigarasını yaktı, ilk dumanını göğe doğru üfledi ve yürümeye devam etti.


Kırmızı renkli bir dağ bisikletiyle şehrin orta yerinde, kaldırımda, yayaların arasında, usul usul pedal çeviren bir genci gördü. -Dağ bisikleti, dağ bisikletiyse de; dağı ile meşhur bir şehrin göbeğinde pekala sürülebilirdi.- Yol O’nun gibiydi, tavrından ve öz güveninden kendisine bisikletini rahatça sürebileceği bir bisiklet yolu yapmayan belediyeye olan kızgınlığı anlaşılıyor ve bunu kaldırımda yürüyen yayalardan çıkartıyordu adeta. Ne elinde evrak çantasıyla, ütülü pantolonuyla, siyah rugan ayakkabılarıyla yürüyen, arkasından bakıldığında bile kemeriyle fazla sıkılmış pantolonunun içine koyduğu gömleğinin en alttaki düğmesini kapatmaya yetişmeyen, alev kırmızısı kravatının göründüğü, fazla kilolarından şikayetçi olduğu tahmin edilebilen beyefendinin “yavaş kardeşim” uyarısına, ne de sırtında sırt çantası, öğrenci olduğunu belli eden beyaz renkli, kablosu kulağından sol arka cebine kadar uzanan kulaklıkla son ses müzik dinlediği sesinin sokakta yankılanmasından anlaşılan gencin “dikkat etsene biraz” ünlemesine aldırıyordu. Kırmızı renkli bisiklete baktı, henüz on yaşındayken babasının gazete kuponu biriktirerek aldığı bisikletini hatırladı. Memleketinin fazla tonajlı buğday yüklü çoğu kırmızı, çoğu beyaz kamyonlarının hasat mevsiminin hemen sonrasında patlattığı asfaltının üzerinde çok sürmüş, çok düşmüş, çok ağlamış, çok gülmüş olduğunu hatırladı.

İnsanın anıları, hatıraları dünyayı anlamlandırmaya yarayan kökleriydi, belleğiydi, veri tabanıydı. Unutan bir insanın kökleri birer birer kesilmekte, gerçekle bağlantısı unuttuğu nispette kopmaktaydı. Bazen insan, unutmasa da gerçeklerden kopmak isterdi. Gerçeklerle baş edemezdi ya da gerçekler çok da eğlenceli değildi, bu nedenle tercih edilmezdi. Bunların yanında gerçeğin dışına çıkmak, ötesine geçmek bazen bir alışkanlığa dönüşmüş de olabilirdi. Son zamanlarda izlediği “Don’t Look up” filmi modern insanın gerçekle ilişkisini anlatmaktaydı. Himalaya Dağı büyüklüğünde bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağına dair bilimsel tespitle, Amerika’da başta hükümet ve medya olmak üzere nasıl ilgilenildiğini ve sürecin nasıl yönetildiğini anlatan filmde, iki bilim insanıyla NASA’daki uzman, Dr. Teddy’nin hesaplamadığı şey tam da sürecin gerçek sonrası(post truth) bir yaklaşımla ele alınmasıydı; TV programlarında mizah malzemesi yapılması, sosyal medyada dalga geçilmesi, insanların dünyayı yok edecek bir gerçekliği, bu verinin değerlendirilmesi gerektiği şekliyle algılamaması, önemsememesi ve demagojinin, retoriğin ve algının gerçeğin çok ötesine geçtiği bir durumu yansıtması açısından film kayda değerdi. Burada şişman, genç, zayıf, siyahi, beyaz, modern kadın ve erkek insanlar, unutkan değildirler, gerçekle baş edemeyecek durumda da değildirler, -belki gerçek de çok eğlenceli değildir- ama Onlar’ın bir alışkanlık, bir ciddiyetsizlik ve bir algılama sorunları vardır.

“Filmler” dedi ve düşündü. İnsanın hayatına aldığı, hayatının akışını durdurarak aldığı, hayatının akışını durdurup hayatına dahil ettiği bambaşka hayatlara dairdi. Romanlar da, öyküler de öyleydi. Hafta sonu izlediği Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Hasan” filmini hatırladı. Hasan ne kadar da gri bir insandı. Ama rengi siyaha yakın bir griydi. Belki ayakkabı alırken ödemediği 50 lirayı unutmamış, aylar sonra kunduracıya bunu ödeyerek helallik isteyecek kadar iyi bir insanken, kredi borcunu ödemekte zorlanan komşusunun bu durumundan istifade ederek tarlasını ucuza almasıyla veya kendi tarlasının tam ortasına dikilecek yüksek gerilim direğinin yıllardır konuşmadığı abisinin tarlasına, dededen kalma asırlık ağacın kesilmesi pahasına diktiren kötü bir insandı. Hasan caddede, sokakta gün içinde hemen her zaman, herkesin karşılaşabileceği bir insandı. Ortalama bir hayatın bir kesitiydi filmde önümüze sunulan.

Epeyi yol aldığını kaldırımın bittiğini farkedince anladı. Evet, yürürken birden kaldırım bitmişti. Şehir devam ediyordu oysa. Otorite O’na, buradan sonrasına vapurla, kayıkla, tekneyle geçemeyeceğine göre ve yürümeye devam edemeyeceğine göre motorlu bir kara aracıyla geçebilirsin demekteydi. Geri döndü. Aynı umarsızlıkla, aynı yolu, aynı düşüncelerle, farklı kişilerin yanlarından geçerek yürüdü. İnsanların rengini düşündü, siyahla beyaz arasında nerede durduklarını, hangi rengi kendilerine seçtiklerini düşündü. Sonra kendini düşündü. Yaptığı işi düşündü. Yaptığı işin rengine nasıl bir ton kattığını düşündü. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabındaki “Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım; mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım” cümlelerini hatırladı. Azaldığını düşündü.