Avrupa Türklüğüne hizmet etmeye devam eden değerlerimizi siz okuyucularımıza tanıtmaya devam ediyoruz. Bu hafta ki konuğumuz, Araştırmacı yazar, bizim büyük değerimiz, kıymetlimiz Dr Orhan Aras.
Kendisi Hessen eyaleti İGMetal sendikasında uzun yıllar hizmet etmiş, Iyi bir sendikacı olan Dr. Aras Sendika okullarında işcileri eğitmiş ve dersler vermiş, çok sayıda sendikacı yetişmiş bir akademisyen arkadaşımızdır. Gazete ve dergilerde makale ve yazılar yazan Dr. Orhan Aras Türkce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi ile yazmış olduğu eserleriyle kültürümüze büyük hizmetler etmektedir.
Biz bu röpertajımızda Dr.Orhan Aras beyle, Avrupa Türklüğü, gurbet ve edebiyat üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Umarız faydalı olmuşuzdur.
Doğan Tufan
Dr. Orhan Aras kimdir, efendim okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?
Anadolu'nun en güzel köşelerinden birinde Iğdır'da dünyaya geldim. Annem babam çiftçilik yapıyorlardı. O dönemde Iğdır'da pamuk, şeker pancarı, buğday gibi ürünler ekilirdi. Herkesin verimli toprakları, meyve bahçeleri olmasına rağmen hepimiz yoksulduk. Köye elektirik bile yeni okula başladığım 1970'li yılların sonlarına doğru gelmişti.
Ova dedim de, evimizin bahçesinden Türkiye'nin en yüksek dağı Ağrı Dağı'nın bembeyaz zirvesi görünürdü. Ama kocaman Iğdır ovasında tırmanabileceğimiz küçük bir tepe bile yoktu. Hatta kerpiç evlerin temelinde kullanılan taşlar bile uzaktan getirilir, para ile satılırdı.
Büyüdüğüm, okula gittiğim Kuzugüden köyü 250-300 hanelik bir köydü. Kerpiç evler ve toprak yollara rağmen çok şirin, yemyeşil bir köydü. Her yer kaysı ve kavak ağaçlarıyla doluydu.
Prof. Faruk Sümer'e göre Kuzugüden'liler bir yörük aşiretidir. Bir kısmı bizim Iğdır'da bir kısmı ise İç Anadolu'da yaşamaktadırlar. Yozgat, Kayseri, Sivas üçgeninde soyadı Kuzugüden'li olan çok sayıda insan vardır.
Iğdır bir sınır şehridir. Aras Nehri'nin ötesinde de akrabalar yaşardı ama o dönemler Sovyetler Birliği'ne gidişler yasaktı. Bu nedenle Iğdır'lılar bölünmüş ailelerin hasreti ve hüznü ile yaşarlardı. Belki de bu yüzden Iğdır'lıların Sovyetler Birliği'nde yaşayan Türklere bakışları daha farklıydı.
Ben o duygular içinde büyüdüm. Babam yetim büyümüştü, ava merakı vardı. Tüfek omuzunda dağ, bayır gezerdi. Kuşları, otları, çiçekleri çok iyi tanır ve anlatırdı. Annem bizim o bölgedeki insanların deyimiyle "sinesi dolu" kadındı. Yani çok türküler, şiirler, hikâyeler bilirdi. Bize akşamları o hikayelerden anlatır, şiirler okur, bazen de yanık yanık türküler söylerdi.
İlkokulu köyde, ortaokulu Iğdır'da bitirdim. Edebiyata merakım vardı. Iğdır'da aydınların oturdukları bir kahve vardı. Ortaokulda olmama rağmen o kahveye gider, merhum Av. İbrahim Bozyel'i, Öğretmenler Turgut Öcal'ı, Zeynelabidin Makas'ı, din alimi Hamza Gölali ve bizim yakın köyden olan bir halk aşığının sohbetlerini dinlerdim. Onları dinledikçe notlar alır, şiirler yazardım.
Ortaokul'dan sonra Artvin Öğretmen Okulu'nu kazandım. Ortalık karışık olmasına rağmen orada eğitim, öğretim çok iyiyidi. Özellikle zengin kütüphanesinden ve kaliteli öğretmenlerinden çok şey öğrendik.
Öğretmen okulundan sonra Almanya'ya geldim. Burada Bochum'da bir Türkolog'la (Hermann Vary) ile tanıştım ve beni yanına aldı. Orda hem dil öğrendim hem de onun başkanı olduğu Türkoloji bölümüne devam ettim. Türkoloji'nin yanısıra iktisat da okuyordum. Zaman geçtikçe Türkoloji ve edebiyatla daha çok ilgilendim. 1920'li yıllarda Berlin'de yaşayan ve Esad Bey (Kurban Said)
adıyla meşhur olan Azerbaycan'lı yazar hakkında Berlin'de yaptığım araştırma doktora tezim olarak kitap halinde 2017 yılında Almanya, Türkiye ve Azerbaycan'da yayınlandı.
Okul sıralarında bile edebi çalışmalarım devam ediyordu ve peşpeşe Türkçe, Almanca kitaplarım yayınlanmaya başladı. Aynı zamanda çevredeki sivil toplum kuruluşlarıyla tanışıyor ve gençlere yönelik seminerler de veriyordum. Seminerler ve konferansların yanısıra Bakış adıyla bir de kültür gazetesi çıkarmaya başlamıştık. Ardından elli sayı devam eden Referans ve Almanca Art/Kultur dergilerini yayınladık.
1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği çökünce Azerbaycan'nın bağımsızlık hareketi ve ordaki olaylarla ilgilenmeye başladık. 20 Ocak 1990 Bakü'deki Sovyet müdahalesini protesto için Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde mitingler düzenledik ve ardından da arkadaşlarla Azerbaycan Türkleri Federasyonu'nu kurduk ve bütün Avrupa'da teşkilatlandık. O dönemden sonra Avrupa'da faaliyet yapan sivil toplum örgütleriyle hep yakın ilişki içinde oldum.
Almanya'da sivil toplum kuruluşları için yayın organları en önemli tanıtım ve kültür vasıtası olmasına rağmen hiç bir sivil toplum kuruluşunun ciddi bir yayın organı yoktur. Bunun nedeni de örgütlerin yöneticilerinin yararsız övgüler, propogandalar, ideolojik saplantılardan bir türlü kurtulamamalırıdır. Tarafsız, sadece problemlere odaklı, Almanların da ilgisini çekecek yayın organlarının bu tür düşünceye sahip insanlar arasında ortaya çıkması, yaşatılması imkansızdır. Bizim belki de en büyük problemimiz budur.
Sosyal hizmetleriniz ve faaliyetlerinizi anlatır mısınız?
Avrupa'daki sivil toplum kuruluşları burada yaşayan halkın kendi çabası ve emekleriyle kurulmuştur. O güne kadar "sivil toplum kuruluşu" nedir bilmeyen insanlar el yordamyla cami dernekleri kurdular. Onların dışında Türkiye'de bazı işçi hareketleri içinde bulunmuş insanlar da işçi örgüt ve dernekleri kurdular. Zaman geçtikçe Türkiye'deki siyasi partilerin de müdahalesiyle kurulan dernek ve örgütler daha faal hale gelmeye başladı. Bazı kuruluşlar zaman zaman başarı göstererek büyük kalabalıklar toplasalar da ne yazık ki çok büyük hizmet dediğimiz şekilde hizmet yapamadılar. İçine kapalı çalışmalar yürütmeyi seçtiler. Kur'an kursları, din dersleri, sonralar ise çocuklara ders yardımı gibi kurslar açtılar. Ama bir Yunan, Ermeni veya Yahudi kuruluşları gibi köklü, siyasi ve sosyal etkisi olan çalışmalar yapamadılar. Nedeni de yönetici kadroları ya belirleniyor ya da seçimlerde "bizim adam" olsun mantığı ile hareket ediliyordu. Türk kuruluşlarının hiç birinde ne yazık ki yaşadıkları ülkelerin dikkatlerini çekecek şekilde sosyal bir faaliyete imza atılamıyordu. Örneğin bu kuruluşların içinden iyi bir eğitmen, bir sanatçı veya etkili bir politkacı çıkmadı. Nedeni de hep yerel ve Türkiye'ye dönük çalışmalar yapmalarıydı. Kendi içlerinde katı kurallar koymuş ve 1970'li yıllardan kalan çalışma esaslarına dayanarak birşeyler yapmaya çaba gösteriyorlardı. Bunu daha somut bir örnekle açıklamak istiyorum. Mart ayında bazı kuruluşlar Çanakkale ile ilgili proğramlar yaparlar. O proğramlara davet edildiğimde, ordaki çocukların aynen bizim çocukluğumuzda oynadığımız piyeslerde oynatıldıkları, aynı şiirleri okuduklarını gördükçe hayret ediyordum. Oysa zaman farklı, mekan farklı, kuşak farklı ve yöntemler farklıydı. Bunu kimse dikkate almıyordu. Dernekte görevli din hocası hem şair, hem yönetmen hem sunucu olmalıydı. O da Türkiye'de okulda öğrendiklerini burda çok farklı şartlarda büyümüş çocuğa öğretiyordu. Dernek, bir kaç yüz euro vereyim de bu konuda verimli olabilecek ve dikkatleri çekebilecek yetenekli, işini bilen birini getireyim diye düşünmemektedir. Bu nedenle de yapılan faaliyetlerin çok büyük kısmı etkisiz ve yararsız hatta zararlı faaliyetlerdir. Belki de bu sebepten zaman geçtikçe sivil toplum kuruluşlarının faaliyet alanı da daralmakta ve genç kuşaklar bu tür kuruluşlara itibar etmemektedirler.
Uzun yıllar kültür hizmeti içerisindesiniz destek ve ilgi görülüyor mu?
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın çok önemli sorunları vardı. Ama bunlara ne yazık ki ne Türkiye Cumhuriyeti ne de burdaki sivil toplum kuruluşları çözüm bulamamışlardır. Çözüm bulamamalarının bir çok nedeni vardır. Almanya'nın Türk toplumuna karşı tutumu ve Türkiye yetkililerinin attıkları yanlış adımlar bu problemlerin çözümünde en büyük engeldir. Daha göçün ilk yıllarından itibaren burada hem Türkçe hem Almanca eğitim veren okullar açılabilirdi. Çünkü sorunların başında anadil gelmektedir. Gençlerimiz artık aralarında Almanca konuşmaktadırlar. Emeklilerin problemleri, gençlik dairelerinin el koyduğu çocukların problemleri Türkiye'den gelecek buraya yabancı bürokratların işi değil burdaki sivil toplum kuruluşlarının mücadele etmesi gereken problemlerdir. Şimdiye kadar sivil toplum kuruluşlarının bu konulardaki başarısızlığı hâlâ profesyönel eleman çalıştırmaktan kaçınmalarından kaynaklanmaktadır.
Cemiyet ve Cami derneklerimizde, vatandaşlarımızın sorunları buralarda konuşulup çözümler bulunuyor mu?
Avrupa'daki gençlerden şahsen ben umutluyum. Bir kaç dil bilen, çeşitli şirketlerde yönetici olarak çalışan gençlerin gelecekte daha iyi olacakları konusunda iyimserim. Asimilasyona uğrayan, anadilini konuşamayan, hatta tamamen yabancılaşan bir kesim gençliğin dışında gittikçe kendi kimliği ile ilgilenen bir gençlik hâlâ vardır. Biz aileleri Almanca bilmeyen, kendisini bütün baskılar karşısında sahipsiz olarak gören bir gençliğin varlığını sürdürebilmesinden söz ediyoruz. Bu yine de başarıdır. Özellikle bazı Almanların yanlış tutumları, baskıları, dışlamaları da gençlerimizin kendilerini srogulamalarına, kimliklerini daha iyi tanımalarına yol açmıştır. Burada kendi yolunu bulmaya ve varlığını sürdürmeye çalışan bu gençliği Türkiye'nin problemleri ile yormaya, onları manasız siyasi çekişmelerin içine çekmeye kimsenin hakkı yoktur. Bu büyük bir vebaldir. Burada kendi problemlerimizi görmeden Türkiye'deki gerilim ve siyasi söylemleri sahiplenmek Türkiye'deki insanların da tepkisine neden olmaktadır. Bunu geçen yıldaki izin sırasında bariz bir şekilde hissettim. Türkiye'deki şartları bilmeden Almanya'dan giderek orada "ekonomi uzmanı", "siyaset bilimcisi" rollerine bürünmek hem gülünçtür hem de çeşitli kızgınlıklara sebep olmaktadır. Bu nedenle Almanya veya Avrupa'da yaşayan Türkler önce kendi yaşadıkları ülkelerin sorunlarını tanımalı ve gençlere bu konuda öncülük etmelidirler. Gençlere fırsat verilmeli, onlara Türkiye'den getirdiğimiz ve 60'larda, 70'lerde kalmış ideolojik dogmalar aşılanmamlı, onların serbestçe düşünce üretmelerine, yeni bir vizyonla kültürümüzün değerlerini ortaya koymaları sağlanmalıdır.
Vatandaşlarımızın sorunları buralarda konuşulup çözümler bulunuyor mu?
Biz ne kadar geçmiş geride kaldı desek de geçmiş bizi sürekli takip edecektir. Yani Türkiye'deki alışkanlıklarımız, öğrendiklerimiz kısmen burada da devam etmektedir ve edecektir de...Ama geçmişten dersler çıkarmalı ve geleceğe farklı gözlerle bakanları dışlamamalıyız. Gençler iki kültür arasında kalmadan iki kültürün sentezi ile yeni bir kuşak olarak ortaya çıkarlarsa daha etkili olacaklardır.
Geçmişin yanılgıları, zorlukları bizleri hem meşgul ederek ümitsizliğe sevk etmemelidir.Farklı bir mekanda ve farklı bir zamanda yaşadığımızı idrak edersek çelişkileri azalacaktır.
Avrupada çözüm bekleyen sorunlarımız nelerdir ?
Yukarıda da söylediğim gibi Avrupa’da yarım asırdır yaşayan Avrupa Türklerinin ihmal edilen en önemli konularından biri de anadil konusudur. Anadili iyi bilmememk çocukları yabancılaşmaya ve kimlik bunalımına sokmaktadır. Ne yazık ki bu güne kadar ne ailelerimiz, ne sivil toplum kuruluşlarımız ne de devletimiz buı konuda yeterli çalışma yapmamıştır. Mesela Türkçenin Avrupa dili olarak tanınmaması da hukuki sahada bizleri zora sokmaktadır. Avrupa dili olarak tanınırsa eyaletlerde hukuki açıdan daha güçlü olarak Türkçe dersilerini sorunsuz alabileceğiz. Ben bir kaç madedede sorunları toplamak istiyorum:
1.Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Avrupa şehirlerinde ivedilikle Türk Kültür Merkezleri’nin açılması gerekmektedir. Bu merkezlerde binlerce Türkçe ve Almanca kitapla birlikte Türk resminden, Türk müziğinden, Türk folklöründen örnekler, sergiler olmalıdır. O merkezlerinde görevlilerin hepsi Avrupa’da yaşayan Türk gençlerinden seçilmelidir.
2.Çok dilliliğin çocuklara kazandırdığı avantajlar göz önüne alınarak en kısa zamanda bütün Avrupa’da iki dilli anaokulları açılmalıdır. Bu anaokullarının açılması için her şehirdeki Türk sivil toplum kuruluşları ile anlaşmalar ya- pılmalı ve maddi imkânlar oluşturulmalıdır.
3.Türk dilinin Avrupa Birliği’nde mutlaka resmi dil olarak kabul edilmesi sağlanmalıdır. Böylece aileler bu dili çocuklara öğretmede hukuksal açıdan daha haklı duruma geleceklerdir.
4.Kimlik bunalımı için iki ülkede de uyum merkezleri açılmalıdır. Bu merkezlerde iki dilli ve iki kültürlü olmanın önemi anlatılmalıdır.
5.Türkiye’nin üzerinde etkisi olduğu kurumlarda yönetici ve çalışan olarak Avrupa Türklerinden seçilmelidir. Türkiye’den gönderilen en iyi yöneticinin bile yabancı bir ülkede başarılı olması beklenemez.
6.Avrupa ülkelerinde iki dilli medya sektörünün başarı kazanması için altyapı hazırlanmalı ve bu yönde çalışabilecek uzmanlarla neler yapılabileceği konusu ele alınmalıdır.
7. Sivil toplum kuruluşlarının yeniden yapılanması için mevcut sivil toplum kuruluşlarına öneriler götürülmesi gerekmektedir. Onların artık sadece bayrak sallayan, Kur'an kursu düzenleyen, ideolojik nutuklar atan kurumlar olamkatan çıkarılarak sahada çalışan, profesyönel bir şekilde insanların problemlerine çözümler arayan kurumlar olmaları sağlanmalıdır.
8. Emekli olup da Türkiye'ye gitmeyen yaşlı kuşak için huzurevleri, kurslar ve onların resmi problemlerini halledecek kurumlar oluşturulmalıdır.
9. Ailelerinden alınan çocuklar için onları gençlik dairelerinden alarak kendi kültürleri ile yetişmeleri sağlayacak koruyucu aile kurumları oluşturmuladır.
Dr. Orhan bey eselerinizi de tanıtır mısınız?
Yayınlanmış Kitaplarım isim olarak.
Türkçe:
1. Karabağ'ın Gözyaşları
2.Azerbaycan Davamız
3.Ayrılığın Rengi Hüzün
4. Son Cennet
5.Kaşgar'dan Berlin'e Portreler ve Kitaplar
6.Oryantalist mi?
7.Aşklar Daha Ölmedi
8.Ah Türkiye Ah
9.Mavi Gözlerin Aşkı
10.Avrupa'da Türk Diasporası ve Lobisi
11.Avrupa Türklerinin Geleceği
Almanca
1. Deutschland Gib Mir Ein Wenig Liebe
2. Essad Bey
3.Die Liebe Der Blauen Augen
Azerbaycan Türkçesinde
1.Hoşgördük Gözel Yurdum
2.Son Cennet
3.Azerbaycan'nın Avropadaki Diasporu ve Lobbisi
Dr. Orhan Aras hocam bize bu kıymetli bilgileri okuyucularımız için verdiniz. Değerli vaktinizi bize ayırdınız size çok,çok teşekkür ediyorum.
Aziz Doğan Tufan kardeşim, bende size çok teşekkür ediyorum.Insanımıza faydalı,yararlı olabilirsek mutlu oluruz inşaallah. Başarılar diliyorum