Yav Babam ve arkadaşları sık sık bizim bahçeye toplanır, heyecan ve özlemle bütünleşip eski hatıralardan bi anlatmaya başlarlar ki, kimseleri gözleri bile görmez. Dediklerine göre en büyük adamlar, en asil hanımlar, en lezzetli ve bereketli sofralar, en güzel giyecekler, en cazibeli oyuncaklar sadece onlarınmış. Hepside köşkleri andıran geniş avlulu malikanelerde oturduğunu, krallara layık yün döşeklerde yattıklarını, en samimi sevgilerle beslenip, en kral eğitimcilerden hayat dersi aldıklarını, özgürlük ve eylence alanlarının sınırsız, muhabbetlerin süresiz olduğunu anlatırlar ha bire... Acaba dedim bu adamlar kaybolan kıta Atlantis’tenmi geldiler diye düşünmeden edemedim.
Anlatılan güzellikler dünyası nere, unutamadıkları şeyler ney, yaşadıkları coğrafyada kalan izleri duruyormu, neymiş bu hayallere sığmayan eşsiz hatıralar diye meraklanıp, babam ve arkadaşlarına takılıp Alcı Köyü’ne gittim. Öyle ya, ben onları Batingam Sarayı’na benzer malikanalerde yaşamış, masallardakine benzer padişah sofralarında beslenmiş, eski Yunan flozoflarını gölgede bırakan fen ve felsefe alimlerinin ekolünde yetişmişler zannediyordum.
Alcı Köyü’ne geldik. Her yer ören-viran, gûl-gubür, çal-çamur, halaç-salaş harabe dolu. Tabiiki çok şaşırdım. Buna rağmen daha bunlar iç geçirerek hüzünlü hikayelerine devam ediyorlar. Biz yeni nesillere göre onların anlatıları bildiğiniz efsane gibi sanki.
Önce dedemin evine gittik. Her taraf harap. Direnen birkaç göz müştemilatta yıkılmak üzere… Kalan duvarlar gâaşamış, havlunun, hayatın siyeçleri uçmuş, çamur sıvalar pörtlemiş, goşmaları elbiz bağlı, tek çimento dökülü yer olan suluhluh bile larfhadan ortadan yarılmış, tandırın peçesi küllenin üsdüne uçmuş, helgirin içinde duran boş gağnı çuvalları ve ağazbağları çürümüş, hazın damının ordaki berdi yasdıhlar, tahtalının mahatına depili çapıt minderler, kesmiklikteki musulların dibi, çörtenin altı, şibi yalağnın haftı, topluların gıyısı-granı, gapıların firekleri, zerzeleri, garga burunları, sürgüleri, dayamalar, evrağaç-oklağ tahaları, gezintinin gorhuluhları, sufanın bıcahlığı, helkelik, depe deliğinin boğörleri, pine, it haymalığ, guverçin peykesi, ambar becağ, unnuh-duzluh alayıcığda kûlhavıç ve haşat durumda…. Elini dağsen hepiciğde üsdüne uçacah…
Damın loğsu zavar ambarının serpenağne düşmüş, ahırın tüm hezenneri uğundürük olup böcüklenmiş, yuvallamalar, dayamalar dabanından beri bellemiş; göçerken gotürülmiyen bi gaç halbır, gozer, sıyırgı, yaba, geçgere, itâa bezi, anadut, dirgen, sap dırmığ, toğom habesi, teşt, boduç, kendir palalar, düven, zabınnağ, bohlâğ, guzuluh germeci, ırbıh, el ilağni, peşgır, gazzaeğ tenekesi, çinik, uruplağ, sitil, meşiref, daban keseri, tomurgu, TeTeTe şişeleri, grempet gutuları, filtekeler, baş ve melefe killeri, daş duz, yolma galıçları, zelvebağler, it tortu, masıralar, meziro, tığ, işlengi gasnağ, kosüre daşı, bızağ mısgaları, hameyliler, gôo boncuhlar, delikli ığdeler, al iplikler, elifbâ, namaz hocası, ılışdırma saplısı, mıhdar çahmağ, çam bardah, çağmeli düdük, düldülüş, yunah tohaçları, gağnı mazısı, atarabası marhaları, hamıt, şinay çemberi, sergi çulları, cerek, toyaha, çağ, gom, dalgara, örü yayığ, turşu-bekmez küpleri, yağ kulekleri, havlı-hayat çalgıları, ığler, kirmenler, dutahlı bulgur çekme daşları, meses, tapan, uçgur lasdiğ, gıslavet, delikli kilte, bürükler, şimşir gaşşıhlar, uflah, burunsalıh.. daha neler neler.. Ahlına ne gelirse alayıcığda tozun gubürün altında galmış.
Ula baba günlerdir efsaneştirerek anlata anlata bitiremediğin Kraliyet Sarayınız buramıydı didiydim;
“Hastir lan dallama, sen ne annan saraydan, servetten, şöhretten, asaletten” dedi ve hüzün dolu bir sinirle beni sert bişekilde azarladı.. Sonra hepimiz oturduk ve ağlamaklı bir ses tonuyla yer ve mekan tarifi yaparak anlattığı başka anılarını dinledik. Diyordu ki;
“Havlunun hayatında iki ganatlı devasa heybetteki çatalgapılar, zafer müziğini andıran ilginç bi ses çıhararah açılırdı. Örtülüncüde 5-6 defa çarparak gong sesini andıran başka bi ses çıhararak gapanırdı. Hazın damının dirağne bağlı longur it hemen garşılama sevinciyle ipine düşer, datlı datlı sevinerek ürerdi. Eşşek, inek, goyun, guzu, tavıh-cücük, kedi, guş tüm mallar; hergün yem veren, tumar ederek, himaye ederek onları yürekten seven, bu merhamet abidesi mert yüreki sahiplerine mutluluk ve vefa ile umsunduruh olup bakarlardı.
Gapıdan heybetle giren, eli gotünde, ağır ve vakur adımlarla karizmatik yörüyen asalet ve azamet timsali bu koca yürekli adam, Babam Ehsan Ağaydı. “Ula ordan bi çalhama garın, eyi bide çay goyun” diyinci horanta apırcın olur, telaşeyle gelen gidende olur diyerek böyük bi guşşeniye çalhama gararlar; güllü meşirefinen anında huzuruna yetiştirirlerdi. Sert bi hamleyle omuzundahı paltoyu ardına düşürür, “Ula şu gurban olduğum nerde layn, bi gucağma gelsin bahıyım, bah ona ne getirdim.” Diyi beni ima ederek bi nara atar, bende sevindirik olup çılgın bi hamleyle goşar, dizine oturur, boynundan gucahlardım. Yüzümün tamamını ıssırırcasına şarp diyi bi öper, işliğinin ön cebinden çıhartdığı sormuh şekeri, püsgut, leplebi gibi öteberileri, benzerine bile heç biyerde ıraslamadığım sevgi dolu emsalsiz bi datlı bahışınan bana verirdi. Hepicığni yiyemen ulan, acikde bacılarına ver gapısında öldüğüm derdi.
Yav O nası bi azametti, ne asil bi yürekti, nası bi asaletti, ne gadar böyük bi adamıdı arhadaş…. Ben İki danayı bile sığıra sürerken hahedemem gaybederim gorhusuyla ahlım çıharken, Bu adam gos gocaaa evi çekip çeviriyo, harmanı, hasadı, tarlayı-tumpu, malı-melalı, horantayı, rızgını, sağlığımızı-selametimizi, güvenimizi, iaşemizi, ibademizi, bağımızı, bosdanımızı, ekinimizi, unumuzu-duzumuzu, yeygimizi, üsdümüzü-başımızı, her derdimizle birlikte idare ediyodu. Dünyayı bile yönetecek soğukganlılağ saapdı. Hemide huzur, adalet, asalet ve faziletle...
Sözün senet, fahıra-fıhariye hamiyetin zaruriyet, gonuya-gonşuya hörmetin-itaatin mutlak vazife, içi edep ve ahlakla dolu en tavatır dinle-imanla, böyük-guccük hiyerarşisindeki güzergahın samimi sevgi, saygı ve güven hakimiyetiyle sınırsız bir özgürlük ve refah içerisinde, gerçek mutluluk ve huzurla dolu bir köy yaşamından geliyoh. Şindikilerin ne sözü söz, ne adamlığ adamlıh.. Bişirdikleri yinmez, gonuşduhları dinnenmez, lafı yalan, emeli talan, niyeti yılan. Köyde, gasabada, şeherde izzet bilmez, ikram bilmez, yol bilmez, hal bilmez herşeyden garşılıh bekliyen bi gağnı garsamba galabalıhlar töredi. Kime güvenipde adam diyecağmize gayli bizde şaşıyoh.
N’icolduki, niyannı getdi o gosgoca, dik duruşlu omurgalı böyük-böyük, heybetli, asaletli, adam gibi adamlar, hatırı-hörmeti-ikramı bilen Osmanlı avratlar, her derdine goşan vefalı ehbaplar, herkese açıh bereketli-datlı sufralar, paylaşımcı gönüller, himayeci yürekler, hanedan gapılar, cömert ikramlar, samimi muhabbetler…”
Her buluşmalarında böyle diyor, böyle yakınıyorlar babam ve arkadaşları.. Gerçekten sadakatli ve samimi iletişim, himaye duygularında karşılıklı güven, misafirperverlik ve cömertlik bu kadar kısa sürede böyle yıkıcı bir evrim geçirebilirmi acaba… Siz ne dersiniz.…
Saygılarımla…