Çek elini emeğimden, göz nuruma saygın yoksa...
Elim beynime, beynim yüreğime göndermeler yaparken bir de bakıyorum ki geçim telaşını unutmuş bir sanat eseri oluşturmuşum.
Ben bir faytonun üzerindeki resimlerim, ben bir atın altındaki nalım, ben elimin kıvraklığında oluşturduklarımı halkla bütünleştiririm... Ben zanaatkârım, el ustalığıdır sanır pek çok kişi yaptıklarımı, oysa bilmezler ki ben yüreğimi de koyarım ilmek ilmek her nakışa, her dövmeye. Anam gelir yadıma her an başım önde çalışırken, babamın alın terini silerim sanki küçücük olur ellerim... Atadan dededen kalan bir nalburum örneğin ya da şu dedenin elindeki bastonda dimdik duranTürk ruhuyum ... Benim yaptığım her işte kullanımda kolaylık vardır; kocaman atölyelerim yoktur benim, bir seki de bazen bana saraydır.
Çırak- usta ilişkisiyle elinden ne gördümse aldım ustamdan. Ahiler de bizden değil mi ki...Küçücüktüm ustam, işin tüm inceliklerini öğretmişti bana; şimdilerde okullar da varmış bizim işimize usta yetiştiren.
Zaman zaman bizi sanatçı olarak addedenler de oluyor. Kesin bir sınır olduğunu sanmıyorum aslında aramızda. Biz emeğimizi ekmek paramız için yapıyoruz ama yüreğimizi de ortaya koyuyoruz, amaç geçim olsa da. Şöyle bir düşünüyorum da hangi sanatkârın eseri sonuçta takdir dışında, maddiyatla da değerlendirilmiyor? Hangi ressamın tablosu yüzyıllar sonra bile bilmem kaç liraya satılmıyor ki ya da hangi heykeltraşın eseri sipariş üzerine de yaptırılmıyor? Sanatçı da biz zanaatkârlar gibi emek- yürek- beceri- bedel dörtlüsü içinde bir döngüde. Bunların bazen biri amaç oluyor, bazen biri.
Geçenlerde Lütfü Usta’m bir anısını anlatmıştı. Bir tesbih için günlerce emek vermiş; “tane, nişane, durak, imame, hatime, çivi” gibi parçalarını en ince ayrıntılarına kadar ince ince yapmış sipariş üzerine. Adam üç gün sonra gelmiş ve ustanın emeğine istediği bedel için “Çok değil mi?” ifadesini kullanmış. Ustam gülümsemiş sessizce ve adama “Tespihin asıl adı, Allah’ ı noksan sıfatlardan ve ulûhiyete aykırı şeylerden tenzih ve takdis ederimdir. Siz önce noksan sıfatlarınızdan arınıp insana saygıyı öğrenin, sonra elinize tesbih alın.” demiş ve tespihi duvardaki çiviye asmış. Adam, ne kadar dil dökse de ustamın gönlünü alamamış.
İşte böyle…Biz zanaatkârız… Semerci olduk, yaylılara imza attık; koşum takımlarını nakış nakış işledik; yemenici olduk, çarık yaptık süslerine hayran olduğunuz; güğümlere, ibriklere, sinilere nakış nakış işledik doğanın yansımalarını. Dönün bir bakın “eski” dediğiniz Türk evlerine, her yerlerinde ustalarımın tahta işçiliği nasıl da öptürür toprak olmuşların ellerini. Hele demir çekiçle dövülerek yapılan bıçaklardan, makaslardan var mı artık hiçbir yerde? Çobanların giydiği kolsuz,dikişsiz, keçeden yapılmış kepenekleri keçi derisinden terbiye eden ustaların hâlâ var olduğunu bilmek beni nasıl mutlu ediyor bilemezsiniz. İznik’teki kazılarda sır tekniğiyle yapılan seramikler bulmuşlar, keşke o ustaları tanımak nasip olsaydı da gösterseydik bir yapılanın bin benzerinin yapıldığı fabrikasyon ürünleri de göğsümüz kabarsaydı bir kere daha onlar için. Kimsenin eline su dökemediği ustalarım ellerini ibrikten döktüğümüz su ile yıkadığında, onlara el işçiliğinden ipek havlular verseydik banyo önünde saygıyla.
Şimdi bir şiir yaz ey şair bak da bu ustalarımın alın terine, romanında kabzası nakışlı kılıcıyla Türk askerinin kahramanlığını anlat ey yazar, Atalarımızın büstlerini yap ey heykeltraş, gelenek ve göreneklerimizin yansıttığı yaşanmışlıklara uygun evler yaptır ey mimar, halkımın duygularını türkülerin ve şarkılarınla dile getir ey ozan, özümün içindeki ruhu gör de tuvale yansıt ey ressam... Hadi, ayrımız gayrımız yoktur… Biz bir yumak olmuşuz, elimiz- ruhumuz- kulağımız- dilimiz bir olmuş. Ucunda para var diye yapmayız biz hiçbir şeyi, çekin elinizi cebinizden de kenetlensin ruhlarımız.