1957 yılında Cumhuriyet İlkokuluna kaydoldum. Ablam da o zaman 4'üncü sınıfa gidiyordu. Oyun çocuğu olduğumuzdan okul hayatına birden alışamadık. Derslerimize Rıfkı Bey diye bir öğretmen giriyordu. Dersleri bize basit yollarla anlayacağımız şekilde anlatıyordu. Misal: At-at-tut, tut-tut-at, Ali gel gibi... Sonra Ali Rıza GÖKTÜRK öğretmenimiz derslerimize girmeye başladı. Bu hocamız daha sert ve disiplinliydi. Dersi bizim anlayamayacağımız şekilde anlatıyordu. Sorduklarını bilemeyince basıyordu sopayı. Ben bu öğretmenden çok korkmuştum. Sıramda devamlı ağlıyordum..
Eve gelince annemlere: "Ben okula gitmek istemiyorum, Ali Rıza Öğretmen çok kızıyor, herkesi dövüyor." dedim. Annem de beni ve ablamı Cumhuriyet İlkokulundan alıp Gazipaşa İlkokuluna kaydettirdi. O yıllarda Gazipaşa İlkokulu Eski Hastanenin altında eski bir evdi, içinde eskiden kalma büyük bir ocak vardı. Burda bir hafta kadar kaldık. Asıl okulumuz Alacalıoğlu İlkokuluymuş. Oraya nakledildik. Bu okul Aşağı Çatak Mahallesinde iki kaplı ahşap bir okuldu. Küçük bir bahçesi vardı. Bahçesinde tek katlı ek bina vardı. Sonradan yıkılıp yerine betonarme olarak yapıldı.
Biz ek binada eğitimimize başladık. Ders zili çaldı. Öğretmen sınıfa girdi. Bir de baktım ki Cumhuriyet İlkokulundaki Ali Rıza GÖKTÜRK öğretmen bize derse geliyor. Eyvah mahvolduk dedim. Çok korkmuştum ama korktuğum gibi olmadı. Öğretmenimiz her şeye yeniden başladı. Bizim anlayabileceğimiz şekilde güzel güzel ders anlattı. Ben de önceden çok korktuğum dersi can kulağı ile dinliyordum. Öğretmenimiz fasülye taneleriyle yazı yazdırıyor, kibrit çöpleriyle rakam öğretiyordu. Derslerimiz çok eğlenceli geçiyordu. Bir gün sınıfa başka öğretmenler geldi. Öğretmenimiz onlara: "İsmail oğlum okumayı diğer arkadaşlarından önce çözdü. Tahtaya yazı yazın okusun." dedi. Onlar ne yazdıysa hepsini okudum. Öğretmenimiz çok sevinmişti.
Öğretmenimiz bize okul şarkıları öğretti. Bazen de öğüt verici hikayeler anlatırdı. Yalancı çoban hikayesi gibi... Yalancı çoban sürüyü kurt parçalıyor diye köylüyü kandırmış. Köylüler gelince de kahkaha atar, sizi kandırdım dermiş. Birkaç kere böyle yapıp köylülerle dalga geçmiş. Sonradan gerçekten kurt gelmiş. Tekrar köylülere seslenmiş. Yetişin kurt geldi. Sürüyü parçalıyor demiş. Kimse inanmamış. Kurtlar çobanı da parçalayıp gitmişler. Bu hikaye ile yalan söylemenin çok kötü bir davranış olduğunu bize anlatmıştı. Bir de yalancının evi yanmış kimse inanmamış gibi öğüt verici sözler söylerdi. Görgü ve ahlak kurallarını en iyi şekilde bize anlatırdı. Bizlere okul şarkıları öğretirdi. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, Gelin Ayşem suya gitmiş yosunları tuta tuta, küçük asker gibi...
Bir de benim tenekeden yapılmış güzel bir okul çantam vardı üzeri yeşil sarı renkli, bal peteği desenli çok güzel bir çantaydı. İçerisi tahtadan ince çıta kaplı, çıtanın üzeri çiçek desenli kağıtla kaplıydı. Onu çok severdim. Çorum'dan almıştık. İçine alfabe kitabı, yazı defteri, kalem, silgi koyardım.
Öğretmenimiz Ali Rıza Bey orta boylu, şişman birisiydi. Başında foter şapkası vardı. Ağzında sarı sarı altın dişleri vardı. Ali Rıza Bey 1. ve 2. sınıfta bizleri okuttu. Biz 3. sınıfa geçince bizleri bırakıp 1. sınıfları okutmaya başlamıştı. Çok üzülmüştük.
3. sınıfta Hasan BATUR diye bir öğretmenimiz geldi. Bu Tatarlardandı. Tekke Mahallesinde otururdu. Bu da dersi çok güzel anlatırdı. Dersi bazen dışarıda işlerdi. Dışarıda meyve sebze satan satıcıları gezdirir, manifaturacıları gezdirirdi. Köy değirmenlerini göstermek için bizi yakın köy olan Sarıhacılı köyüne götürmüştü. Hatta yolda da değirmenle ilgili şarkı öğretmişti: "Tıkıdak tıkıdak değirmenim çabucak çabucak dönüyor. Unlar savruldu. Her yer bembeyaz oldu." Bir diğer şarkı: "Sansar kazı nerden aldın. Onu bana ver. Avcıya söylersem yandın. O da sana hırsız der." Hasan öğretmenimiz biz 4. sınıfa geçince 3. sınıfları okutmaya devam etti.
4. ve 5. sınıflarda dersimize Nazmi ERİKEL diye Kavurgalı Köyümüzden bir öğretmen gelmişti. Bu öğretmenimiz bazı teneffüslerde bize süt dağıtırdı, süt içerdik. Öğretmenimiz güzel şarkı söyleyenlere şarkı söylettirirdi. Haydar isimli bir arkadaşımız "Küçükken görmedim ana kucağı " diye acıklı bir uzun hava söylerdi. Hep beraber dinlerdik. Bir de öğretmenimizin bir şarkısı vardı. Hep birlikte onu söylerdik: "Yayla çiçeği misin balam, çık yuvandan gel bana. Güneş misin ay mısın, vurulacağım sana."
4. sınıfta Süleyman TUZKAYA diye çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Çok efendi, ağır başlı, çalışkan, terbiyeli bir çocuktu. Giyimi çok düzgün, ciltli temiz kitapları olan pırıl pırıl bir arkadaşımızdı. Bu arkadaşım kalp hastasıydı. Bir hafta okula gelmedi. Bir de duyduk ki vefat etmiş. Çok üzülmüştüm. Kendisine dua okur gönderirim her zaman.
Bir de Dursaf AKTAN diye kız arkadaşımız vardı. Sınıfın en çalışkan öğrencisi idi. Öğretmen tahtaya kaldırır, ders anlattırırdı. Dursaf kardeşimiz dersi noktasıyla virgülü ile aynen anlatırdı. Hatta anlatırken arka sayfada olduğu gibi, şekil 48 de görüldüğü gibi diye anlatırdı. Okul Müdürümüz Fazıl CAN resim ve din dersine girerdi.
Yazımı Yozgat Sürmelisinden bir mısra ile bitiriyorum:
Yedi kaleminen yazı yazarım
Aslım Yozgatlıdır gurbet gezerim
Çatağın boğazına kazın mezarım
Yar gelip geçtikçe şen olur gönlüm