Hayatımızın büyük bir kısmında ya bir kavgaya tanıklık ediyoruz, ya da bir kavganın açtığı sıkıntılara, sonlanmış hayatlara, çekilen acılara üzülürken buluyoruz kendimizi. Bazen de o kavgaların başrolünde kendimiz oluveriyoruz. Evden işe giderken, işten dönerken, okul çıkışında veya bir parkta soluklanırken. Annemizle kavga ediyoruz, babamızla ediyoruz, kardeşlerimizle ediyoruz bazen hiç tanımadığımız kişilerle... O kadar çok alışmışız ki; sonu daima birilerinin üzülmesiyle, kırılmasıyla, yaralanmasıyla biten kavgalara.
Bazen de kendimizle kavga ediyoruz. Kendimizi kırıyoruz, üzüyoruz ve huzurdan yoksun bir hayat yaşıyoruz.
Elinizde ne iş varsa iki dakika ara verin ve düşünün lütfen. Konuşarak çözemediğimiz hangi problemi kavga ederek çözebildik? Kavga ettiğimiz kişiye veya kendimize üzüntü ve kederden başka bir şey verebildik mi? Hayır. Sudan sebeplerle çıkan tartışmaların sonucunda, ağzımızdan çıkmaması gereken sözler çıkıveriyor. Zamanı geri almaya gücümüzün olmadığı gibi, ağzımızdan çıkan sözcüklerin de geri gelme ihtimali yok. Sonrasında ise yine pişmanlık, yine üzüntü…
İçinde yaşadığımız Anadolu geçmişten bugünümüze kadar sağduyu içinde yaşayan nice değerli kişilikleri barındırmıştır. Hazreti Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli… Mevlana Celalleddin-i Rumi hazretlerinin şu sözlerine kulak verin lütfen:
‘’Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol…’’ O kadar mana var ki şu cümlelerde. Kulağımıza küpe olması gerekirken okumaya erindiğimiz şu cümleler için elin yabancıları kitaplar yazıyorlar, filmler yapıyorlar vb. Biz ise ondan bihaber yaşıyoruz.
Gelin bugün biraz daha kendimize “dur!” diyelim. İçimizde bir yerlerde bu sağduyu mutlaka var. Onu çıkartmak ise bizim elimizde. Bu hayat çok kısa. Kavga ettiğin kişiyle belki karşılaşma şansın bir daha hiç olmayacak. Ona sarılıp özür bile dileyemeyeceksin belki. Hayata bir de bu tarafından bakın olur mu? Serdar Altuntaş