Allahü teâlâ, âhirette bütün haklardan önce, haksız olarak dökülen kanların hesâbını görür. Bundan sonra bazı kullarını mükâfatlandırır. Mükâfatlandıracakları arasında birinci sırada, dünyada göz nûrundan mahrum olan âmâlar gelir. Allahü teâlâ âmâlara buyurur ki:
-Siz, bugün benim cemâlimi görmekte diğer insanlardan önce ve üstünsünüz.
Hâllerine sabreden, îmân ehli bütün âmâlar bir yerde toplanır. Cenâb-ı Hakkı görme saâdetine mazhar olurlar... Daha sonra, bütün âmâlar, Şuayb aleyhisselâmın beyaz sancağı altında toplanırlar. Arş’ın sağ tarafında, sayısız ziynet ve nûrdan bayraklarla donatılmış ve bütün murâdları hâsıl olmuş hâlde burada kalırlar...
İkinci olarak şöyle bir nidâ işitilir:
-Ey dünyada dert ve belâ sâhibi olanlar, cüzzamlılar, hastalık çekenler!
Dert ve belâlara sabreden, îmân ehli kimseler bir yerde toplanır. Eyyûb aleyhisselâmın yeşil bayrağı altında Arş’ın sağ tarafına gönderilir... Âhirette, dünyada iken yapılan iyi amelleri işleyenler, belli bir ölçü, oran dâhilinde mükâfatlandırılacaktır. Ancak, dert ve belâlara sabredenlerin mükâfatları karşılıksız verilecektir...
Üçüncü olarak, harâm işlemeye gücü yettiği, imkânı bulunduğu hâlde, nefislerine hâkim olup harâm işlemeyenler çağrılacaktır. Bunlara da türlü türlü Cennet elbisesi giydirildikten sonra, Yusuf aleyhisselâmın yeşil bayrağı altında toplanırlar, bütün murâdlarına kavuşturulduktan sonra Arş’ın sağ tarafına gönderilir.
Dördüncü olarak yine bir nidâ işitilir:
-Nerede o benim, rızâm için birbirlerine muhabbet edip kardeş olanlar, birbirlerini sevenler?
Bir nidâ üzerine, dünyada yalnızca Allah rızâsı için birbirlerini sevenler, bu sevgiyi her şeyin üzerinde tutanlar bir yerde toplanır. Diğerleri gibi cenâb-ı Hakkın cemâliyle müşerref olduktan sonra, İdris aleyhisselâmın kırmızı yâkuttan sancağı altında öncekiler gibi bunlar da Arş’ın sağ tarafına geçerler...
Beşinci olarak da şöyle bir nidâ işitilir:
-Nerede o, dünyada ıssız yerlerde, Allah için ağlayanlar, benim rızâm için gözyaşı dökenler?
Bu nidâ üzerine, âlimler ve şehîdler derler ki:
-Bizim mürekkebimiz, kanımız bunlarınkinden ağır gelir.
Allahü teâlâ bunların gözyaşları ile şehîdlerin kanını ve âlimlerin mürekkebini tarttırır. Allah için ağlayanların gözyaşları ağır gelir. Bunlar da, Nûh aleyhisselâmın alaca sancağı altında toplanırlar ve meleklerin tazimleri ile Arş’ın sağ tarafına geçerler...
İslamiyet, baştan başa edep dinidir. Başı da, ortası da, sonu da edeptir. Hiçbir edepsiz kimse, Allahü teâlânın sevgili kulu olamaz. Edep; hürmet, saygı ve terbiye demektir. Herkese karşı nazik ve kibar olmaktır. Her işinde dinimizin emir ve yasaklarına uymak ve buradaki haddi, sınırı aşmamaktır.
Edep ve nezaket; dosta ve düşmana karşı, tatlı dil ve güler yüz göstermektir. Kimsenin gönlünü incitmemek, kendine karşı yapılan kusurları affetmek ve bağışlamaktır. Yaratılmışların kusurlarını, yaratandan ötürü hoş görmektir. Nefsi için, kimseden öç ve intikam almamaktır. Dinimiz, “edep ve nezaket medeniyeti” üzerine kurulmuştur. Zaten asıl medeniyet de, memleketin beldelerini tamir etmek, insanlarını da ahlâken yüceltmektir.
Edebin ve nezaketin zirvesine yükselebilmek, İslâmın emir ve yasaklarına uymak ile mümkündür. Sevgili Peygamberimizin Eshab-ı kiramı ile ecdadımız Osmanlı Türkleri, bunun müşahhas örneklerini dünyaya göstermişlerdi. Nitekim Müslüman olmadan önce, toplumun ayıplanmasından korkarak, kendi kız çocuğunu diri diri elleriyle toprağa gömen Hazret-i Ömer, “Biz, zelil ve alçak bir kavim iken, İslâm ile izzet ve şerefe kavuştuk” ve “Dicle’de kapsa bir kurt koyunu/Adl-i ilâhi gelir Ömer’den sorar onu!” diyerek, en medenî ve âdil bir insan olmak şerefine, âlemlerin Efendisi Muhammed aleyhisselamın gösterdiği nurlu yola sarılmakla kavuşmuştu.
İnsanlar medenî değilse, şehirler ne kadar mâmur ve bakımlı olursa olsun, oradaki insanlara medenî denemez. Eski ismi “Yesrib” olan Medine-i münevvere, Resûl aleyhisselâm ve Eshab-ı kirâm efendilerimiz sayesinde gerçek “Medîne” olmuş ve böylece medeniyet ruhu, oradan bütün cihana yayılmıştır.
Peygamber Efendimiz Medine’yi teşrif buyurunca, Hazret-i Enes’in annesi Ümmü Süleym de “radıyallahu anhâ” 10 yaşındaki oğlu Enes’i Resûlullaha hediye götürmüş ve böylece Enes’in Resûlullah’ın terbiyesinde yetişmesini arzulamıştı. Elinden tutup, Peygamberimize götürdü. ve O’na “Yâ Rasûlallah! Ensâr’ın erkek ve kadınlarından sana hediye vermeyeni kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun” dedi. O günden başlayıp, Peygamberimizin ruhunu Rabbine teslim edinceye kadar, O’nun mukaddes hizmetinde bulundu, ilim ve edebinden çok şey istifade etti. Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” diyor ki:
“Hazret-i Peygambere on sene hizmet ettim. Yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’ yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden böyle yaptın?’ dediğini hiç hatırlamıyorum. Beni hiç azarlamadı.”
İşte bu, Resûl aleyhisselâmın bir nezaketi idi...