Kendi varlığımızdan, kendi misyon ve kültürümüzden korkan halkını cahil gören bir takım okumuşlarımız var. Yeryüzünde kendi varlığından bizim okumuşlarımız kadar korkan başka bir topluluk var mıdır?

Bu korku yüzünden, olaylar karşısında kendi kendimize bir sürü mazeret üretmekte ve peşin hükümlerle kendimizi mazur görmeye de sanki alışmış/kabullenmiş gibiyiz.

Ortadoğu’da meydana gelen olaylarda bu ezikliğin tezahürünü açıkça görebiliriz. Bazı siyaset adamlarımız ve sözüm ona okumuşlarımız, Ortadoğu konusu açıldığında, olumsuz tavır takınmak için adeta hazır bir bahaneye sarılıveriyorlar. Nedir o? “Ortadoğu batağına saplanmayalım”

Ne kadar da masumane bir düşünce.

Yani biz Ortadoğu bataklığına girmeyelim, karışmayalım, kapımızın önünde meydana gelen yangını söndürmek için çaba göstermeyelim. Batılı güçlerin tamamı Ortadoğu’ya girsin, haritayı istedikleri gibi değiştirip çizsin, biz sesimizi çıkartıp müdahale etmeyelim. Neden? Çünkü “yurtta sulh cihanda sulh” ilkemiz var Neden? Çünkü “Ortadoğu bataklıktır”.

Haydi devlet ve millet düşmanları, bölücüler ve ezik batıcılar böyle söylüyorlar. Fakat Milliyetçi bir takım okumuşlar da aynı kanaati serdediyorlar. Demek ki milletinin büyüklüğüne inanmama ezikliği onlarda da var.

Peki, Ortadoğu’da kimler yaşamaktadır? Buradaki Türk ve Müslüman toplulukların bizimle hiç mi ilgileri yoktur? Hak ve adaleti tesis etmeye yönelik olarak 400 sene o bölgelerde hâkim olan biz değil miyiz? Bu bölge bizden o kadar mı uzak? Arjantin’i, Çin’i Rusya’sı, İngiliz’i, Alman’ı, İtalya’sına kadar bir yığın devletin hak iddia ettiği bu bölgeyle bizim hiç mi ilgimiz kalmadı? Burası niçin bir bataklığa dönüşmüştür, kim dönüştürmüştür? Bu bölgenin bataklığa dönüşmesinde bizim hiç mi günahımız yahut dahlimiz yoktur? Yoksa “yurtta sulh cihanda sulh” ile biz uyutulduk mu?

Kaldı ki bu bölge neden daha evvel bataklık değildi de şimdi bu haldedir? Biz 100 senedir bu bölgeye sırtımızı döndüğümüzde burası bataklık değildi de. Fakat biz de artık bu bölgede sınırlarımız olduğunu hatırlayıp terörün başını sınır ötesinde ezmeye başlayınca mı bataklık olmuştur.

Soruları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Bizde, Batı karşısında dizlerinin bağı çözülmüş mağlup ve ezik aydınların, sorularımızla veya izahla, farklı bakış açıları da olabileceğini kabullenmeleri imkânsız görünüyor.

Bizim ezik okumuşlarımızın hazır şablonları vardır. Bu şablonları nereden edindiler dersek; 100 senedir uygulanan eğitim politikalarında aramak gerekir. Onlar, birer müstemleke aydını gibidirler, onların kafaları ve vicdanları Türk milletinden yana görünüyormuş gibidir ama şuur altlarında “batı güçlüdür, batılı devlet adamları hep akıllıdır, bizden adam olmaz, Ortadoğu bataklıktır, Afrika açtır” düşüncesi hâkimdir ve köklü bir şekilde yer etmiştir.

Evet! Ortadoğu yüzyıla yakın zamandan beri bir takım kargaşalar içerisindedir. İngiliz-Fransız aklı ile cetvelle çizilen haritalar ve hak etmedikleri halde zorlama ile Emir-Kral-Başkan-Sultan adı altında meydana getirilen devletçiklerin başına oturtulan kukla idarelerden başka nedir ki. Dolayısıyla bu bölge istikrarsızlıklarla gerçekten bir batağa dönüşmüş olabilir. Ama bu bataklık nasıl ve niçin hazırlanmıştır? Bugün unutmamalıyız ki; Birinci Dünya Savaşı’nda bizi arkadan vurdukları gerekçesiyle affetmeye yanaşmadığımız Müslüman-Arap dünyası, Osmanlı devletini en son terk eden gayr-ı Türk(!) kitledir. Bu terk edişte ise İngiliz, Fransız, Alman… vs. Batılıların para, kadın, silah, bölücülük, askerî güç… Ve daha nice metodu kullanışının rolü unutulmamalıdır.

Her devlet, rakip gördüğü devletle halkı arasındaki bağlılığı gevşetmek, onları ihanet ve isyana teşvik etmek ister. Bunun için gereken satılık adamlar her devir ve devlette bulunabilir. Bizim de içimizde batının emellerine gönüllü ram olmuş pek çok gönüllü yetişmiş olduğunu Osmanlı devletimiz parçalandıktan sonra ayan beyan gördük.

Devlet-i Aliyye’nin son yılları ile Cumhuriyetin ilk zamanlarında –Lozan dahil- bu düşmanlarla baş edecek gücümüzün olmadığını farz ve kabul edelim. Geçici olarak, zaman kazanıp kalkınmak ve çoğalmak için “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibini pasif siyaset sebebi yapmak, millî ideallerimizden fedakârlık yapmamızı gerektirmiyordu. Zaten hiç kimsenin böyle bir talepte bulunma hakkı da yoktur. Ayrıca yurtta ve cihanda sulh, soyut ve aptalca iyi niyet gösterileriyle sağlanamaz.

Ortadoğu’da hak Türkiye’den yanadır. Burada sulhun bilerek kurulmayışı ve bataklık görüntüsü verilmiş olması, Türkiye’yi bölgeden uzak tutmaya yönelik stratejiler sebebiyledir. Bunu asla unutmamalı farkına varmalıyız ki, büyük milletlerin idealleri belki geciktirilebilir; ancak asla ortadan kaldırılamaz.

Tekrar edelim barış; büyük siyâsî güçler arasındaki çekişmelerin, askerî mücadeleler sonunda galip gelen tarafların, galibiyetle elde ettikleri menfaatleri, güçlerinin yettiği zamana kadar korumalarının, bu esnada yaşanan geçici sükûnetin adıdır. Bizim safdil(!) eğitim sistemimiz her ne kadar aksini söylese de ne yazık ki, dünyanın tarih boyunca değişmeyen gerçeği budur.

Memleketimizdeki köksüz batıcı zümreye rağmen biz, Osmanlı coğrafyasının hâlâ bin bir sancıyla kıvrandığını göz önüne almak zorundayız. Batılılar Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’yı kendi varlık ve çıkarlarını garantiye alabilmek için “bataklık” haline getirmiş olabilirler. Bize düşen ise bu manzara karşısında korkup sinmek değil; son senelerde çok müsâit bir mâhiyet kazanan dünya durumunun getirdiği imkânlarla, mevcut potansiyellerimizi kullanarak bataklıkları kurutmak ve Türk barışını tesis etmek olmalıdır. Üzerimizdeki vebali görmezden gelmekle, kendi varlık ve amaç-görevimizi de reddetmekte olduğumuzu anlamak mecburiyetindeyiz. Bu iş, ister iktisâdî, ister siyâsî, ister teknolojik, ister başka yollardan gerçekleşsin; milletimizin ufuk ve hedeflerini sınırlandırmak hiç kimsenin salâhiyet dairesine girmez.

O halde kendimize dönmeli ve kendi milletimizin büyüklüğüne inanmalıyız.

***

Not: Okuduğunuz yazıda; Said Başer’in 4 Mart 2011 tarihli

“Kendi Misyonumuzdan Korkmayalım” Başlıklı yazısından faydalanılmıştır.