Çorak bozkırlarla kaplı Bozok Platosunun karları Şubat sonlarına doğru erimeye başlayınca önce Öksüz Oğlak dediğimiz Kardelenler çıkardı. Ardından çiğdemin çiçeksiz türlerinden İt Dirseği, Gandırıhcı Kumpür, Gavur Otu ve Katır Tırnağı boy gösterir, hafta sürmeyen gün aralıklarıyla da Mor Zülüf, Gavur Suvanı, Gôo Beniz, Yazı Suvanı derken en nihayetinde de cennet gülü Sarı Çiğdemler belirirdi.

Sarı Çiğdem… Adını bile derken içim bi hoş oluyor. Ulâ Gurban olduğum Dünyadaki tüm güzellikleri bu çiçeğemi yükler yav. Rengi, şekli, kokusu, duygusu sadece bize mi?, tüm canlılara keyif verir, umut olurdu. Adına şiirler, türküler, menkıbeler söylenen bu mutluluk çiçeğini mevsiminde ilk görene ilahi bir huzur, ilk sökene toplumsal bir statü, girdiği ilk eve bereket, ilk dokunanaysa bir kutsiyet yüklendiğine inanılırdı. İlahi ilhamlarla süslü bu muhteşem güzelliğe bakmaya doyamaz, basmaya kıyamazdık.

En çok Evçikgaya’da olurdu. Guş Hüyüğü, Emirhan Beli, Balıklı, Dıraz Yeri, Acı Pınar ve Arizin bozlarda da çoktu ya; Evçikgaya’ya sanki ekilmiş gibiydi. Helede Nuretdinin Ehsan’ın Balıklı’daki bostanlığın verepler sarı, mor ve biyaz çiğdemlerle kahılıydı. Orayı tarif eden uşahlar; “Abıım albürük gibi la, iki garış yerden on goşam çiğdem sokdük” der övünürlerdi.

Fakir memleketlerin kışı daha uzundur, bilirsiniz.. Bizdede öyleydi. Kar ve talazdan kapılara çıkamaz, ağzımızın tadınca gezemezdik. Günümüzün çoğu soba yanan tek odanın toplusundan dışarıyı seyretmekle geçerdi. Tabandan tavana toprak olan evlerde bişirikler, döşengiler, elbizli (Örümcek ağı) goşmalar hem isli hem karanlık olurdu. İşte bu ortamda kendini zor aydınlatan gaz lambalarının loş ışığındaki akşamlar ise çok daha boğucuydu.

Babamın Köy Odası hergün açık olur, bazende diğer ağaların Odalarına sohbete giderdi. Biz çocuklar Köy Odalarına izinsiz giremezdik. Arada büyükler tolerans gösterirde peşlerine takılıp girebilirsek Amerika’yı keşfetmiş gibi olurduk. Azarlar korkusu ve ürkek adımlarımla hergün babamın peşine takılır, zifiri karanlık sokaklarda saldırgan köpeklerden de çekinerek girmeye uğraşırdım. Oraya gelen şanslı çocuklar, “Bardaklık” önündeki hizmet bölümüne sınırsız bir edep, âmade bir itaatle çıt bile çıkarmadan sessizce oturur, Böyük Adamlardan yumuş (Hizmet emri) beklerdi.

Asaletli Türk kültürlerinin geleneksel ritüelleriyle süslü Köy Odalarında, karşılama, uğurlama, ağırlama, konuşma, dinleme, oturma, kalkma, yemek yeme, su içme, hizmet etme, izzet-ikram, kısaca her davranış yüksek bir denetim, saygı, gözetim ve disiplin dahilindeydi.

Benim tarifimce orası eğitim ocağı, tam bir kültür otağı ve emsalsiz bir toplum akademisiydi. Büyüğünden küçüğüne herkes el içine çıkmayı, yerinde, zamanında, süresinde, sırasında konuşmayı, oturmayı, kalkmayı, dinlemeyi, giyinmeyi-arınmayı, kusursuz hörmeti, asri iletişimi, nezaket ve inceliği, kısaca her ama her yönden sosyalleşmeyi Köy Odalarında öğrenirdi.

Tabiiki oraya iştirak eden tüm fertlerin durumu, duruşu ve uyumu sadece kendisinin değil, aile edebinin de göstergesiydi. Diplomasi nezaketi bile o saygı ritüellerinin yanında inanın hafif kalır. Çocuk-büyük herkes, hiçbir üniversite ve akademiden alamayacağı tarifi imkansız bir kişisel gelişim kazanır, adeta pişerdi.

Yav Güzel İnsanlar.. Ben 55 yaşındayım. Hani “Büyük Adam” derler ya.. İşte ben “Böyük Adam” denilince aklıma ne bakan, ne başbakan, ne vali, ne kaymakam, ne tıp profesörü, ne hekim, ne hakim, ne vekil ne bürokrat ne şu-bu gelir. “Böyük Adam” denilince inanın ki aklıma hep Nurettinin Ehsan, Kaşifin Hacı, Etemkânin Salim, Çolâtemin İsmayil, Eşşekcigocanın Avini, Nurettinin Durah, Irızanın Müzafer, Gasimin Özdemir, Mamalı Nuttu, Velihocanın Bahattin, Cırtıl Mustafa, İbişin Memmed, Beşinin Nuhu, Sert Irıza, Gıllı Paşa, Gır Bedirhan, Kôr Bahri, Garnapa Lômen, İdi Mısdafa, Gara Tayır, Yaabın Hacı, Gırefenin Şekir, Kor Şekirin Bekir, Goca Nurunun Müttü ve Gıdı Bekir gibi asil duruşlarıyla oturdukları yeri dolduran, konuştuğunda herkesin sükut kesildiği, lafı-sözü belli, kalite-kalibre ve karakterleriyle etrafına güven yansıtan efsane herifler gelir. Erdemleri yüce, şefkatleri samimi, emeği ve ekmeği cömert dağ misali bu adamlar, karizmatik simaları ve otoriter ifadeleriyle herkesi doğruya, güzele yönlendirir, hayır öğüt verir, kibir taşımaz, kusur görmez, her şeyi onaylamaz, her doğruyu övmez, gereksiz yere kırmaz, kimseyi bozmaz ve üzmezlerdi. Etkin, yetkin ve saygın, gönüllerinin yüceliğiyle pak alınlarında çok büyük puntolarla “Adam” yazardı. Bu dev gönüllerin huzur veren sözlerinden de kimse çıkmazdı.

Tabiiki bu ağır başlı Böyük Adamların sırasında akran olduğu için oturan bazı muzip çiğ adamlarda olurdu. Onlarda konuşunca yine herkes dinlerdi ama genellikle hep uyduruk efsaneler, bol katkılı askerlik anıları, ferdi rollerinin çok geçtiği dini menkıbeler, duygusal efsunlar, denemesi tereddütlü alternatif tarım-hayvancılık teknikleri, tamamı kurgudan ibaret avcılık hikayeleri, Congulus masalları, Saya Gezmeleri, fabıllar, çiğdem pilavı, seyirlik oyunlar, aşık edebiyatı, değirmen maceraları, çevik sportmenlikler, çılgın döğüşler, üstün güçlere karşı cesur dikelişler, koçaklamalar, destanlar, mitler, hayali efsunlar, ünlü kişilerle samimi arkadaşlıklar, ülke adına kahramanlıklar, cansiperane fedakarlıklar vs. gibi her hikayenin başrolünde mutlaka kendilerinin olduğu, mübalağası bol, heyacanı yüksek anlık doğaçlamalar anlatırlardı. Çocuk gönlümüzle de hep o muzip adamların konuşmasını bekler, en keyiflide onları dinlerdik. O zaman fark edemiyordum ama, cahil ve çiğ kalmış bu adamların yalan dolu, boş konuşmaları ve uyduruk anlatılarını bile o ortamın itibarlı Böyükleri, kırmadan, incitmeden, bozmadan tevazu dolu bir incelikle dinler ve dinletirlerdi.

Keyfini ifade etmekte zorlandığım bu tatlı sohbetlerin hepsini de pür dikkat dinlerken, konuşma hakkı olan adamların böyüklük vasıflarına bek imrenirdim. Biri su mu istedi, “Sobaya kesmik çekin, yakacak atın lan.” mı dedi, “Atlıhdaki eşşeklere, atlara saman dökün.” mü dedi, veya “Git lan şurdan şunu getir, burdan bunu götür.” diye bir yumuş mu buyurdu, Bardaklıktaki tüm çocuklar kurşun gibi fırlar, yarış edercesine o yumuşu zevkle ifa ederdi. Yumuşun isabet ettiği ve hizmeti gerçekleştirme şansı bulan her çocuk gururundan gubarır, böbürlenirdi. Kış akşamlarında en büyük lüksümüz ve özlemimiz buydu.

Köy Odalarında anlatıcının iyi veya kötü konuşmasına, yalan-yanlış ifadesine, fakir-zengin, sağlam-sakat, büyük-küçük, yerli-yabancı, akıllı-deli oluşuna, kısaca kişinin artı-eksi toplumsal statüsüne bakılmadan saygıyla dinlenir ve dinletilirdi. Dinleme erdemi, oturma şekli, yer ve yaş hiyerarşisi, konuşma sırası ve süresi, anlatma usulü, hizmet, hörmet, karşılama-uğurlama-ağırlama, izzet ve ikram kuralları; kısaca aklınıza ne gelirse hepside sadece gönüllerde puanlanır, hata yapanların kusuru Böyük Adamlar tarafından ayrı bir yer, ayrı bir günde kendine çeki-düzen vermesi amacıyla kırmadan, incitmeden hatırlatılırdı. Çünkü Köy Odalarının fazileti, görgü-görenek kriterleri, güncel maarifi ve geleneksel ritüelleri incelik isteyen kurallarla dolu, disiplini sert, kesin ve kat’i olurdu. Eğitimli, erdemli, ölçülü-tartılı bilge sözlere sahip hitabet ehli arif insanların yeri herzaman baş köşeydi. Kutsiyeti yüce, ruhaniyeti bol, bereket yüklü bu mekanda ortamın bozulmasına kimse izin vermezdi.

Kısaca bu Odalar, anlatanın ufkunu geliştirdiği, dinleyenin kendini yetiştirdiği mükemmel bir ekôl, emsalsiz bir okuldu.

O zamanlar herkesin safahatı, sefaleti ve sakaveti aşağı-yukarı eşitti. Ekonomik statü ve sosyal standartlar neredeyse aynıydı. Kimse kimseden daha üstün ya da düşkün değildi. Para-pul kıt, elbise ayakkabı yırtık-pırtık, hastane-postane uzak, ulaşım zor, ilaç-iğne bulunmaz, elektrik yok, su uzak pınarlardan helkelerle çekilir, meyve-sebze hâyâl, otobüs-dolmuş binde bir, yok ki, yok; yok oğlu yok sefaletin diz boyu olduğu bir mahrumiyetler dönemindeydik.

Öylenleri pınarların oluğundan malı-davarı sulamak, ahır kurüyüp kermelemek, geçgereyle dokkü çekmek, dam loğlamak, siyeci-çörteni gıyıyı-gıranı onarmak, itlerin yalını karmak, mala saman-garmaç dökmek günlük meşguliyetlerimiz; kızak kaymak, Yazı Guverçini, Alopal, serçe-sığırcık tutmak, kartopu oynamak, şemşamer çitlemek ise rutin hobilerimizdi. Kışlar bek soğuk olurdu. Kuru ayazlar ve çal-çamurdan dolayı elimiz yüzümüz sürekli çatlak ve kavruktu. Millet horantasına “Aman yavrım gapıya, peciye çıhmayın, boörlerinizi üşüdür, alımınızı alırsınız” diye tembihlerdi. Gocuk, palto nedir bilmediğimiz gibi, bilsek bile alma imkanı sıfırdı. Her dışarı çıktığımızda alt-üst solunum yolu enfeksiyonları kapar, ateşler içinde kıvranırdık. Dağ keçisi gibi özgür büyüyen hiperaktivitesi yüksek bizim gibi hareketli çocuklara hiçbir tedbir hayretmez, özgürlüğümüzü kısıtlayacak her nasihat, tedbir ve talimatlar ızdırap olurdu.

İşte bu sıkıcı kış mevsimi, Şubat sonlarına doğru baharı müjdeleyen Oğsüz Oğlakların (Kardelen çiçekleri) çıkmasıyla son bulurdu. Ortalığa bir neşe, bir huzur atmosferi yayılırdı. Büyüklerimiz pes eder, “Gayli bu sıpaları evde dutamah gardaşım, guverin dağda-daşda seksinler” deyip, serbest bırakırlardı. İçimize baharın coşkulu umudu ve önlenemez hevesi de dolunca adeta deli taylara dönerdik. Sadece biz mi?, Kurtlar-kuşlar çığlık atar, arılar, kelebekler, çeşit çeşit böcekler uçuşur, tek-tük yumurtlayan tavuklar yüksek sesle gıdaklar, tepemizden sürü sürü kuşlar geçer, danalar, köpekler eşekler, atlar yularından bırakılınca oyana bu yana zıplar, ağaçlara dans ettiren rüzgar bile şarkı söylercesine uğuldardı. İnekler o günlerde bızalar, çobanlar hergün heybelerinde 3’er 4’er kuzu getirirlerdi. Lâleklerde o ara gelir, Azime Bibinin havlıdaki Goca Ağaç’a kurulu yuvalarından tüm köyün duyacağı şekilde diş şakırdatırlardı. Bu çok sesli doğa orkestrasının kombine senfonisini, melodisini, huzur atmosferini yaşamayan anlayamaz, hiçbir kalem de anlatamaz.

Güne yamaç yerlerde tek tük Gaba-Saba denilen otlar çıkardı. Köyün hanımları fistanlarının üstüne takındığı oynüklerini (Siyah Önlük) ucundan bellerine kıvırarak, ellerinde birer uflahla (Büyük Ekmek Bıçağı) en yakın harmanlara gider, “Madımak”, “Kuşkuş”, “Tekercen”, “Uğrunnuh”, “Efelek”, “Tohlu Başı”, “Gıcı Gıcı”, “Gelin Eli”, “Yemlik”, “Guzu Gulağ”, “Ağgıcı”, “Bosdan Gozeli”, “Davşan Gulağ”, “Pendir Otu”, “Camız Dişi”, “Yavrağzı”, “Satıul”, “Ebem Komeci”, “Eşşek Tikeni”, “Pahla Sapı”, “Fıttare”, Sormuh Gulü”, “Dana Gotü”, “Guş Elması”, “Emmığzı”, “Gavur Sirkeni”, “Gavur Madımalağ”, “Peygamber Gamçisi”, “Çıtlıh”, “Fadimağna”, “Geçi Dırnağ”, “Goyun Mengili”, “Horuz İbiğ”, “Gızılca”, “Aç Doyuran”, “Misafir Savan” gibi otlardan ne bulursa toplardı. Yeni yeni çıkan bu bitkiler çok az, seyrek ve minik olduğundan, akşama kadar dolaşsan ancak bir pişirimlik toplanabilirdi. İşte bu çeşit çeşit otların oynükteki toplamına “Gaba-Saba Öyünnüğü” denirdi ki, Gaba-saba yemeği o gün horantaya adeta bayram olurdu. Sabah pilav, akşam pilav anası dini ağlayan horantaya yeni lezzet, yeni ikram, yeni menü sofrada bir zenginlik sayılır, piştiği gün mutluluk ve umut günü ilan edilirdi.

Rahmetlik Anam doğadaki çok yönlü bu canlılığın adına “Navrız” (Nevruz Bayramı) derdi. Gerçekten de bu mevsimde her günümüz birer bayram havasında geçerdi.

Kafadar arkadaş grupları birbiriyle irtibata geçip, cemek, kazgıç ve küsgüçlerini sakladıkları yerden çıkarır, Guvalı’ya, Üsüyün Kâyâ Yerine, Guş Hüyüğü’ne, Emirhan Belâ’ne, Gamber’e, Boruhlu’ya, Goç Yolu’na, Beşpınarın Vereplere, Dam Dolduran’a, Gıpılının Bosdanlara, Yılanlı’ya ve Müsellim’e doğru koşar adım çiğdem sökmeye giderlerdi. Araziye ilk çıkılan günlerde birtek Oğsüz Oğlak, İt Dirseği, tek tükte Katır Tırnağı ve Gavur Suvanı bulurduk. Bunların ne pilavı, ne töreni, ne şöleni olurdu. İllaki çiğdem olacak ki gezdirebilelim..

Anam gurbanın oluyum.. Haftasına kalmaz güne yamaç boz yerlerde tek tük sarı çiğdemler ışılayınca içimiz bişekil olurdu ya lâ… Yav o mutluluğu, umudu, keyfi ben size nasıl tarif ediyim. Bahar birtek bizim köye gelirdi. Yada biz öyle zannederdik. Yüce Allah sadece bizim köyü düşündüğünden, bu nimetleri bize yaratdığına inanırdık. Hayatı öyle severdik ki, iyiki doğmuşuz, iyiki yaşıyoruz, iyiki Alcılıyız derdik.

Arazinin her tarafı çiğdem kazan uşahlarla doluydu. Üşümek, üşenmek kimin aklına gelir. Çoğu ayakkabısız, mintansız, sahosuz, gocuksuz, kazaksız don-goynek, palalı-pırtılı abuk-sabuk birer üst-başla buz gibi Yozgat ayazlarına aldırmadan dere tepe yelerdi. Dedim ya, kabanın kapşonun, botun, çizmenin, takkenin, berenin, fanilyanın adını bile bilmezdik. Kreasyonlarımız genellikle iç göynek üzerine el örgüsü dallama kazak, bulabilirsen uçgurlu kadife pantul ve olanlarda çoğu yırtık soğukkuyu lastikten ibaretti. Onlarıda bulabilirsen. Boyunlar açık, ayaklar çorapsız, sırtlar sakosuzdu. “Ihdıyar Dölü” dedikleri zayıf ve dayanıksız uşahlar sık sık üst solunum yolu enfeksiyonu kapar, ateş ve ter içinde döşşeklere düşünce “Ocak”lara (Halk Hekimleri) götürürlerdü. Kocakarı ilaçlarıyla otama yapan Halk Hekimleri “Bademcikleri düşmüş”, “Isıtma Dutmuş”, “Bulgurlamış”, “Gızılyurik Olmuş”, “Gôdesi Keçeşmiş”, “Hotu Çıhmış”, “Guluç Kahmış” falan filan gibi teşhisler koyar, koyun gübresine gömme, yanık yağ içirme, kaya şekeri yedirme, çapıt depme, üzeerlik tütütme, boğaza et sarma, ağza-göze tükürme, kızgın tavayla parpılama, yağarnını avsunnama, jiletle çitime, guluçlara şişe çekme, dua okuyup şafağa üfürme, cami direğine kafa vurma, filtekeyle döşe mısga, hameyli, gôo boncuh, İğde, al iplik takma gibi genel metotlarla tedavi ederlerdi.

Yav fakirdik ama şöyle artılarımızda vardı. Hemen hemen herkesin evinde turşu, pekmez, süt, yoğurt ve tereyağ bulunurdu. Her öğün bulgur pilavı, pekmez, turşu, eşgi, omaç, çullama, bozaş gibi besin değeri yüksek doğal ürünlerden yerdik. Çünkü köyde sadece bunlar üretilirdi. Başkada birşeyimiz yoktu zaten. Ginede elma elma yanaklarımız, çevik bedenimiz, becerikli ellerimiz ve sırınsı bir goodemiz vardı.

Ula norecaaniz hastayı, sayrıyı, fahırı, fıhareyi, gatır dırnâa, oğsüz oğlah, it dirsaani.... Ben Çiğdem mutluluğunu anlatıyım diyom siz beni lüzumsuz lüzumsuz gonuşduruyonuz. Gardaşım biz şu dillere destan ÇİĞDEM GEZDİRME ve PİLAVI’na bi gelelim yav…

Er zabâanan çokelik, çalma, çaman, omaç, kelle suvan gibi katıhlardan teşkil yuha ekmeğe dürülü azıklarımızı sufra bezine dolar, belimize sarar, çorak ve taşlık bozkırlara doğru grup grup dere tepe çiğdem sökmüye giderdik. Köyden uzak bu yerlerde ikindi vaktinece ha bire çiğdem kazar, köye dönü dönmez büyük bir iğde çalısına tek tek dizer, kalabalık bir çocuk gurubuyla ev ev gezdirir yağ-bulgur ve öteberi deşirirdik. Gittiğimiz her evin kapısında koro halinde ve en yüksek avaz perdesinden;

Çiğdem Çiğdem Çicecik,

Ebem oğlu köçecik (körpecik),

Yağ verenin oğlu olsun,

Bulgur verenin gızı olsun,

Gız çatlasın ölsün,

Oğlan yanımıza arhadaş galsın… Ardından;

Çiğdem geldi yapıya

Yağ çıhardın gapıya

Yağ olmazsa bal olsun

Hızır horantanız olsun….. diye bas bas bağırırdık.

Evin horantası kapılarına gelen bu çocuklara eşsiz bir güler yüz gösterir, cömertce yağ ve bulgur verirdi. Çelebi Ehsan’ın ev gibi imkanı olan bazı haneler hâbemize sızgıt, salça, yuha ekmek, soğan, vs. de gordu. Çünkü bu kutsal çiçeği gezdiren çocukların kapıya gelmesi o hane için bereket, kendileri için itibar göstergesiydi. Çocukları boş çevirmek ise en büyük günah, en kınanacak ayıptı.

Diyelim ki biz gapıda bağırıyoh, ev horantası hedayemiz için êvmiyo, yada eyâsini verip masimiyo gecikdiriyo... Bu seferki tekerlememiz;

Dam başında boyunduruh

Dura dura yorulduh

Verirseniz giderik

Vermezseniz dururuh ….diye serzenirdik. Hadi erkâase getirmesin.

Ötâçe’nin uşâanın gözü bek açıh olurdu. Onlar çiğdemli yerleri daha iyi bilirlerdi. O gadar çoh çiğdem gazarlarmış ki; İtâa bezlerine sarıp getirirlermiş. Lomenin Cabbar öyle diyodu. Ötâçenin uşânın cemekleri, gazgıçları ve küssüklerini, hep Aleddinin Bahri yapardı. Diynekleri genelde Garacaağaçdan olur, Gabaldız yahar ütelerlerdi. Bizim bu geçenin uşânın da “Gatır”ları ve “Gamçi”leri zorluydu. Bizim Gamçi ve Gatırları Eşşekci Gocanın Avini yapar, Gatırın altına bide “Cingan Gadağ” (Çivi) çahardı. Bu mevsimde her akşam Garga Deresi’nden, Doddiri Zalha’nın gapısının önüne gadar Susada (Şose Yol) yasdıyaca Gatır Dönderirdik. Gamçiyi çaldıhcagatır Vınnnnn diyi bi uğunurduki, anam gurban oluyum, helede altında çingan gadâ varsa uğreleni uğreleni öyle bi dönerdi ki, mest olurduh.

Ötâçenin Uşâa çiğdeme zabahın köründe gider, öylene doğru köye inerlermiş. Biz gelmiye çiğdemi gezdirir, tüm koyü deşirir, pilavlarını da en geç ilkindileyin yerlermiş. Bizim arhadaşlar acik kevekeydi. Guşluh vahdı gider, gezdirmemizse dar ahşama biterdi. Çiğdem pilavımızı hep ala garannıhlarda yirdik. Guccücük köyde hergün ama hergün 3-4 grup çocuk zırbası çiğdem gezdirirdi. Günde 3-4 kere bulgur, yağ veren evler “Bıhdıh şu çığdemcilerden.” Diyi bazen sohranırlardı.

Ötaçenin uşânın Çiğdem Çalıları da bek süslüydü. Çiğdemlerin arasına Oğsüz Oğlah, Gandırıhcı Kumpür, Gavur Otu, Gatır Dırnâa, Mor Zülüf, Gavur Suvanı, Gôo Beniz ne de daharlardı. Onlar yağ veren evlere 4 çiğdem, bulgur verenlere de 2 çiğdem verirlermiş. Çalmadıh gapı, getmedik ev bırahmazlarmış. Yiyemedikleri artan pilavı zehen zehen tüm köye geri dağadırlardı. Ula onların çiğdem tekerlemeleri de bişekilidi. Tosdul Şekire’gilin gapıda ırasladım da şöyle bağırıyolardı…

İti bağla eşşâa susdur

Biz isdiyoh sizden desdur

Hanene hasiyet yazdır

Zeheninen yağ isdiyoh

Bi ilağançe bulgur getir

Bi goşam çiğdemi götür

Bi guşşene yağ verirsen

Gazanırsın gönül hatır

Sizin gapı zengin evi

Umduğmuzdan goyman geri

Sızgıdınan gelin beri

O da yohsa yağ isdiyoh..

Aynı anda çiğdem gezdiren gruplar karşılaştıklarında göz ucuynan birbirinin deşirdiği öteberilere bahıp gizli bir rekabet hissine girerdi. Bu geleneklerin dahilinde ömür boyu kopmayacak güçlü dostluklar, arkadaşlık, yardımlaşma ve dayanışma duyguları tesis edilirdi ama, Türk’ü var eden ve yarınlara taşıyan böyle ananeler heyecanı yüksek birer itibar yarışıydı da.

İsterse bir günde aynı eve 10 kere Çiğdem Gezdirici gruplar gelsin. Gidilen her ev mutlaka ama mutlaka bir şey verirdi. Hiçbir şeyi olmayanlar bile gider komşusundan öndüç (Ödünç) alır yine boş çevirmezdi. Bizde yağ-bulgur veren her eve çalıya düzülü çiğdemlerimizden iki tane hediye ederdik ki, meğer hediye alıp verme inceliğini taa o yaşlarda öğrenirmişiz de haberimiz yok..

Eee. Nerdeyse ev ev tüm köyü gezdik. Çiğdem Pilavı için bi ilağançe yağ, bi hâbe bulgur topladık. Noreciik şimdi. Pilav pişirmeyi üstlenecek mutluluğumuza ortak bir ev olmalı. Mutlaka da kabul eden bir ev çıkardı. Genellikle de Nallının Elif, Guduzun Meyrem, Kepezli Hacca, Tilki Durağan Gıymet, Kedi Mama, Civciv Hamide, Kör Meliha, Godek Fatiş, Gıpılının Sultan, Comba, Çopur Şemşi, Mondofon, Çolah Şehriye, Nazente, Tin Tin Nuruya, Sarı Zabidin Şavga, Merro Medine, Kelgız, Guccük Satı, Çalıh Garı, Gavurun Gızı, Feşli Şemşi, Tetik, Andik, Tereyağ, Urhuç, Kose Veyisin Kezik, Kel Hasanın Ayten, Cırtılın Cennet, Gara Tayırın Hediye, Cobu İsmayilin Habiş, Collunun Hürü, Gulbüş Garı, Kor Şekirin Hüsne ve Çolatemin Fadime gibi bibilerimiz kahrımızı çekerdi. Topladığımız yağı-bulguru pişirecek eve verir, çalıda kalan çiğdemlerimizide soyar, pilava katılması için teslim ederdik. Çiğdem Pilavımız pişene kadar da o evin etrafında oyun oynamaya çekilirdik.

Yav o pilavın pişmesini beklemekteki zevki kim anlatabilmişki ben anlatayım. O zamanlar tüp yok, fırın yok. Tezek, kerme, yapma, çitilgi, kesmik otlu ocaklarda üfleye üfleye iki saatte zor pişerdi mübarek. Bu süre içerisinde de “Yumuçma”, “Ay Gordüm Allah”, “Arayı Kesdim”, “Eşin Kim”, “Gabara Cücüğü”, “Çelik-Çomak”, “Komen”, “Kıfkıf”, “Daş Doğşü”, “Sek Sek”, “Dalya”, “Çoğdülüçüş”, “Pendiri Pörtlek”, “Gulah Gımçıtma”, “Bağdili Baş”, “Yağ Satarım”, “Muallim”, “Duğün Kâyâsı Zobu”, “Sağdıç Doğme”, “Eşşek Gaçdı Kurtün Düşdü”, “Korebe”, “Ganet Çelme”, “Gurbağ Şişirme”, “Tossbağya Binme”, “Horuzu Ötmez Bosdanı Bitmez”, “Dayın Kim”, “Dayına Dayayım İçini Boyayım”, “Merdufan Gurma”, “Elma Yanah”, “Hayvacı Geliyo Hayvacı”, “Çocuh Ohutmaca”, “Kişgirik”, “Kemikci Komükcü”, “Mahara”, “Çal Ha Çal”, “Eşşek Doğme”, “Sığır Sürme”, “Goç Kahması”, “Dutduğna Bin”, “İt Guvalamaca”, “Tukenci”, “Keklik Pır”, “Gız Almaca”, “Dızdırıh”, “Davşan Hotlatma”, “Adam Börtleme”, “Pahla Sulama”, “Duyduh Duymadıh Dimeyin”, “Mıhdar Kaya”, “Namaz Gıldırmaca”, “Şeki Şahan”, “Bodu Yımırtlatma”, “Masmana”, “Allı Durna” “Yağ Yağ Yağmır, Teknede Hamır”, “İnne Minne Ucu Dinne”, “Naldırmaç” “Miri Miri Miriği, Guveriverdim Kırığı”, “Lalek Lalek Havada”, “Garga Garga Gak Didi”, “Yuğsük Filcan”, “Gabah Oyunu”, “Yımırta Üfleme”, “Kosem Gendi Oh Gibi Yuvallandı Top Gibi”, “Korük Oyunu”, “Gocaların Yüzünü Ağartma Oyunu”, “Demir Gazzıh Oyunu”, “Deve Oyunu”, “Araboğlu Oyunu”, “Cemalcıh Oyunu”, “Arı Vızvız”, “Ayağım Nallı”, “Guverçin Tahlası”, “Lıt”, “Tıp” “Hotah”, “Komme Çelik”, “Birdirbir”, “Anankim” ve “Ebemhoo gibi çeşit çeşit oyunlardan oynardık ki, şu dijital oyunların en yenisi, en görseli, bilgisayarların en donanımlısı, en pahalısı bile bu oyunların keyfinin, neşesinin yanında halt etsin.

Çiğdem Pilavına odaklanıp öyle bi acıkırdık ki nasıl anlatsam. Peygamber Efendimiz “Ekmeğinize bal katarak yiyin” dermiş ya. Yani acıkarak yenen bir kuru ekmek bile bal katılmış gibi olur demek istermiş. Anlattığın aslı astarı bi pilav diyeceksiniz. Muhabbetini, ortamını ne bileceksiniz ki. Onu beklemekteki sabrı, sumat tahtasının etrafındaki itişmeleri, oyun yorgunluğuyla katlanan acıkmayı, mevsimin ruhaniyeti yüksek atmosferini, saygıyla anlatılan kutsi duyguları ve ilahi lezzetini anlayamazsınız ki, anlatayım.

Dar akşama doğru ev sahiplerinden biri “Beş dagga soona Çiğdem Pilavınız hazır, gedin evlerinizden ekmaanizi alın gelin.” Haberini verince, tüm çocuklar evlerine koşar, yiyebilecekleri kadar sulanıp düzlenmiş yufka ekmeklerini alır kapıya gelirdi. Yarı soğuk, yarı güneş, yarı kuru, yarı yaş veya akşam karanlığına kaldıysa tandır evlerine veya damlara serilen kaba kendir çulun üzerine kurulu sumat tahtasına geniş bir İlağançe yada siniye dökülü bol yağlı, bol çiğdemli bu pilava “Tumun gurbanım” deni denmez öyle bir sokumlama yarışı başlardı ki, Yarabbim, Yarabbim…

Yav bu heyecan, bu güzellik böyle beş on sayfaya sığarmı ki de biz yazmaya yelteniyoruz. O keyfi, o neşeyi kim anlatabilmiş ki, biz anlatabilelim.. Ey Gurbannar olduğum Yarabbim o nası bi lezzet, o nasıl bi muhabbet, o nasıl bi mutluluktu, kôlesi olduğum…

Ula yavrım bu Hititler acep Türkmü, yoksa biz Hitit kültürünün etkisinemi girmişik bilmiyom amma ister Hititler, ister Firigler, İster Türkler Çiğdem Pilavını her kim icat ettiyse babası anası, örü-kokü, atası-ecdadı nur içinde yatsın. Kim olursa olsun

Tarihi kaynaklardan okuduğum kadarıyla Çiğdem şenliklerinin tâa Hititlere kadar uzanan 4000 yıllık bir gelenek olduğunu öğrendim. Biz Yozgat’ta ona Çiğdem Pilavı diyoruz ama diğer illerde ve Türk Dünyasında kimi Bahar Pilavı, kimi Nevruz Bayramı, kimi Çiğdem Baharı, kimi Çiğdem Gezdirme, kimi Bereket Çiğdemi, kimi Bereket Aşı, kimi Çalı Çiğdemi, kimi Pece Pilavı önüne gelen bişey diyo. UNESCO kayıtlarında ise Çiğdem Günü diye geçiyor.

Üreluğün çiğdemle ilgili yine birçok kitap karıştırdım. Bilgisayar ortamından geçmişini araştırdım. Yozgat kültürünün Ordinaryüs Profesörleri Doğan Özmen, Yusuf Karakaya, Prof.Dr.Celal Demir, İdinin Osman, Durah Çavışın Guddusü, Siyami YOZGAT, Abdulkadir ÇAPANOĞLU gibi onlarca birbirinden donatılı değerlerimize sordum. Bi gağnı bilgi topladım. Dünya Söz Akademisi ve Dünya Aydınlar Yazarlar Platformunda rastladığım güzel bir kitaptan da Hititlerin ANTAHSUM Bayramlarını okudum.

Tarihçiyim, edebiyatçıyım, hocayım, hacıyım diyen çok oluyor ama gerçek hocayı bulmak, samanlıkta iğneye rastlamak gibi bir şey. Çoğu Doçent-Profesör ünvanları almış ama ortalık boş yazan, boş konuşanlarla dolu maalesef. O Profesörlerin çoğu Garibin İdiriz’e, Hosur Sülüman’a, Gocekânın Hasan’a gurban olsun.

Hititlerin en sevdiği ve birbuçuk ay kadar süren Antahsum Bayramlarını nitelikli tarih teknokratları şöyle tahlil ediyor. Sümerlerde AN (gök), TAH (artma), SUM (soğan)’mış. Anlamı ise Gök Soğanımızı Artırsın” olarak yorumlanıyor. Yani bereketin artması için kutlanan bu bahar bayramı Hititlerden beri tüm medeniyetler tarafından düzen, intizam ve heyecanla bizim topraklarda asırlardır kutlanmış.

Hitit Kralı İkinci Murşili dönemi kayıtlarında bu bayramın ilk kez 1.Şuppiluliuma (MÖ 1370-1340) zamanında kutlandığı belirtiliyor. Dördüncü Tuthalia (MÖ 1250-1225) dönemi ve İkinci Murşili dönemi belgelerinde Çiğdem Bayramları için şöyle bir yazıya rastlanıldığı da iddia ediliyor. “(Vakî oldu ki), babam Hatti ülkesi tanrıları ve Arinna’nın (Arinna ya Alacahöyük ya da bizim Taşlık köyündeki Zippelanda antik kenti olabilir) güneş tanrıçası için AN.TAH.SUM bitkisi ihdas etti. İlkbahar olduğunda Hattuşa’dan giderim, çünkü oralarda (Arinna ve Zippelanda kentlerinde) tanrılar için AN.TAH.SUM bitkisi bulunur.” dendiği belirtiliyor.

Çiğdem Çiçeğiyle ilgili onlarca efsane, yüzlerce aşk hikayesi ve binlerce dramatik masal var ama internette bulduğum uydurma efsanelerin birinde şöyle yazıyordu. Çiğdemin Latince adı ve Yunan mitolojisindeki karşılığı Crocus’muş. Efsanesine gelince; Krokos adlı yiğit bir delikanlı bir savaşta rakibine yeniliyor ve kanı toprağa akıyor. Sevenleri kahroluyor. İlk çiğdem çiçekleri de Krokos’un kanının aktığı o toprakta görülmüş. Bu yüzden ona bir kutsiyet, bir saygı ritüeli organize edildiği yazılıyor.

Krokos adlı delikanlıyla ilgili anlatılan bir başka mitosda ise; Krokos, sevgilisi Nympha Smilaks adlı bir kızla yaşadığı aşkın sonucunda safran bitkisine dönüşmüş. Smilaks ise bugün “Avrupa Saparnası” diye bilinen “Smilax Aspera”ya (Çiğdemin bir türü) dönüşmüş. Antik Çağlarda yeni evlenen çiftlerin gerdek odalarına ve yataklarına, doğurganlığı artırsın diye çiğdemler serpiştirilirmiş. Mitolojide Gaia tarafından Zeus ve Hera'nın yatağına da çiğdem çiçekleri serpildiği yazılı.

Botanikte ise Çiğdem (Crocus) şöyle tarif ediliyor. Crocus Süsengiller (Iridaceae) familyasına ait çok yıllık, yumrulu, çingene pembesi ya da mavi çiçekleri olan otsu bir bitkidir. Bu çiçekler, türüne bağlı olarak, ilkbahar ya da sonbaharda açar. İlkbaharda çiçeklenen türlerinin yumurtalığı toprak altındadır. Uzun çiçek tüpleri olduğu için geceleri ya da kötü havalarda kapanır. Ana yurdu Alpler, Güney Avrupa ve Akdeniz olduğu da yazılı. Cinslerinden çiğdem adıyla anılmayan tek tür ise doğu mutfaklarında Türk, Arap, İran ve Hint Sultanı olarak bilinen ekonomik değeri çok yüksek Crocus Sativus adlı Safran olduğu da yazılı.

Çiğdeme çok benzeyen fakat yenilmeyen çok zehirli türlerinin de olduğu belirtiliyor. Adı “Colchicum” diye geçen bu türlere bazı yerlerde “Acı Çiğdem”, “Çakal Çiğdemi”, “Avılı Gül”, “Pıtırah Çiğdemi”, “Piç Çiğdem” denildiği anlatılıyor. Yani bizim “İt Dirseği”, “Gavur Gulü”, “Eşşek Suvanı” dediğimiz cinsler.

Birde Oğsüz Oğlak (Kardelen Çiçeği) var. Nergisgiller (Amaryllidaceae) Familyası'nın “Galanthus” dedikleri çeşitleri en bol tür. Beyaz güllülerine Ülkemizde sık rastlanmasına rağmen çoğu çeşitleri bizde yetişmiyor.

Yav bırakın şimdi Galanthusu, Botaniği, Latinceyi, Nergisi, Şebboyu, Papatyayı, Petunyayı, falanı-filanı… Adını bile duyunca yüreğimi kıpırdatan, gözümün her mevsim aradığı, gönlümün özlemi, hatıralarımın özü, coğrafyamızın süsü-neşesi Cennet Gülü Sarı Çiğdemin kurak Bozok Bozkırlarında güzelleştirdiği ruhumu, zenginleştirdiği ufkumu, tesis ettiği dostluk, arkadaşlık ve muhabbetleri, yaşattığı mutluluk ve yarattığı efsunu anlatmaya uğraştım. Elbette ki başaramamışımdır. Mutluluğun resmi çizilir mi bilmiyorum.

Biz Türklerde baharlar diriliş, yeniden doğuş ve varlığın tazelenmesi diye bilinir. Koyunuyla kuzusuyla tarihten beri tabiatla iç içe yaşamış her Türk, her bahar yeniden doğduğuna, umudunun katlanıp doruğa çıktığına, yaşama sevinciyle yeşillenip, doğa sevdasıyla coştuğuna inanır. Bu kutsi mevsimi müjdeleyen kutsal çiçeğimiz de çiğdem olduğuna göre, asırlardır neşemiz, umutlarımız, eğlence ve muhabbetlerimiz onun adına düzenlenen geleneklerimizde şekillenir. Tarihimiz, Türkülerimiz, ezgilerimiz ona odaklanır, onda sembolleşir. Şundan hepimiz eminiz ki, “Çiğdem bir Türk Gülüdür ve çıktığı gün Türk Günüdür.”

Tüm kültür insanlarına, vakıflara, derneklere, tarihçilere, edebiyatçılara, belediyelere, kamu kurum ve kuruluşlarına sesleniyorum. Var mısınız bu bahar hep beraber bi Çiğdem Gezdirmeye?..