Öyle büyük bir acıdır ki hüzün, hiçbir acı sanki ondan daha derin değil gibi gelir insana. Hele ki o hüzün canın bildiğin birini yitirmenin acısı ile harmanlanmışsa o acı, sana et olur, deri olur. Ruhun o acıyla sarıp sarmalanmıştır.
Nereye baksan bir anı, gelir konar yüreğine. Akan gözyaşları da söndürmez acını. Dalar gidersin, nerden nereye geldik diye. Son gördüğün günü bir türlü hatırlayamazsın, ne yemiştiniz birlikte en son. O güzelim dudaklarından en son hangi sözler çıkmıştı, ellerinin sıcaklığını hissedip de tuttuğun gün ne gündü… Unutmayı unutmak bu muydu?
Bir oğul… Bir sevilen… Yok ki şimdi, olsaydı da sarılaydım. Olsaydı da keşke kavga edeydik, yaşasaydı da tartışaydık, o bile hoş gelirmiş insana… Hayatın yollarında nice anılar bırakıyormuş insan. Doğumla başlayan serüvende ne gülüşler, ne gözyaşları, ne mezuniyetler, ne karnedeki zayıflar, ne takdirler, ne maçlardaki kavgalar, ne sünnet anıları…
İlkokulda sınıflar süslenirdi bayraklarla, sonra şiir okurdu elindeki bayrağı sallaya sallaya… Askere giderken kına yakılmıştı avucuna, bayrağı omzuna bağlamıştık; sonra arabaya binerken düğününde de bu bayrak gene seninle deyip katlamıştık. Kokusu kalmıştı sanki üzerinde…
Şimdi vakit bayrağa, evlat diye sarılma vakti…
Şimdi vakit sevdiğimi, toprağa dokunup da sevme vakti…
Hüzün benim, ağıt benim, yas benim; elleşmesin kimse bana, gözyaşıma sakladım acımı… Hüznümü satmayacağım, ölene dek bende kalacak.