İnsanların birbirine muhtaç olmaları, karşılıklı olarak yardımlaşmaları gereğini ortaya çıkarmaktadır. Yardımlaşma, toplum hâlinde yaşamanın doğal bir sonucudur. Hem insanlarla birlikte yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkânsızdır. Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddî ve mânevî hayatımızı kapsayacak şekilde ele almış ve yardımlaşmayı dinî-ahlâkî bir görev olarak ortaya koymuştur.

Yardım anlayışının özünde fedakarlık vardır. Maldan sevgiye kadar her şeyin bir başkasıyla paylaşımı söz konusudur. Bu paylaşım işi bazen, zekât ve fitrede olduğu gibi mecburi olsa da, çoğu zaman tamamen isteğe bağlıdır. Yine zekât belli bir miktarda alındığı halde sadakanın sınırı yoktur; dileyen dilediği kadar sadaka verir.

Böylece Müslümanlar arasında en geniş manada yardımlaşma yapılır. Bu maddî yardımın dışında, Müslümanlar başkalarına söz ve davranışları ile de iyilik yapmak, onlara sevgi ile bağlanmak zorundadırlar. Bu da müslüman ve insan olmanın görevidir.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor: "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz. Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır."(Zuhruf, 43/32).

İslâm bir yardımlaşma dinidir. İslâmiyet'ten önce de sonra da hiç bir din ve fikir sistemi onun kadar bu konuya eğilmemiş, yardım anlayışı ve bu anlayışın uygulanışını bu kadar geniş boyutlara taşımamıştır.

Bir Müslümanın, mal hırsını yenerek, şeytanın aldatması ve cimrilik duygularını alt ederek, Allah'ın kendisine bir ihsan, bir lütuf, bir nimet olarak verdiği malından hayır yolunda, Allah ve Rasûlü'nün emrettiği şekilde harcaması gerekir. Şüphesiz ki bu da çok asîl bir davranıştır. Böylece nimetin kadri bilinmiş, Allah’a olan şükrünü edâ etmiş ve Hakk'ın rızasına ulaşılmış olur. Cenab-ı Hakk'ın gerçek anlamda bir yardımda bazı özellikler aradığını görüyoruz.

Hiçbir iyilikte bulunamayan bir Müslüman, eli ve dili ile başkalarına zarar vermemesi bile iyilik (sadaka) sayılmıştır. "O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler)... İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidayet üzeredirler ve bunlar azapdan kurtulup sevaba erenlerdir." (Bakara, 2/35)

“Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir." (Âli İmrân, 3/92).

Bizler mal sevgisi ile Allah rızasını kazanmak arasında bir tercih yapmak durumundayız. Bu dünyada bir imtihandan geçiriliyoruz. Mallarımızdan sevdiklerimizi, sırf Allah rızasını umarak, yoksullara verirsek bu imtihanı kazanmış olacağız. Bu konuda Peygamberimiz (as)'in yakın dostlarının davranışları bize örnek olmalıdır.

“Sadaka vererek iyilik eden erkekler ve kadınlar, bir de Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verenler yok mu, Allah onların mükafatını kat kat verecektir. Onlar için çok şerefli bir karşılık vardır." (Hadid, 57/18)

Herkesin yararlanabileceği çeşme, köprü, cami, okul, yol, hastahâne, dispanser gibi hayır kurumları yaptırmak da mal ile yapılan yardımlardandır. Bu tür hayır eserlerine sadaka-i câriye denilir ki, sevabı çok fazladır. Sadaka-i câriye anlayışı, vakıfların ortaya çıkmasında çok büyük etki yapmış ve İslâm dünyasının her tarafı halka hizmet götüren vakıf kuruluşları ile dolup taşmıştır.

“İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir; Siz insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah'a imanınızda devam edersiniz." (Âli İmrân, 3/104, 110);