Bu yazımızda, Türk dili ve Kıpçak Türkçesi üzerine uzman sayılan Dr. Ali F. Karamanlıoğlu’nun 1963 yılında yazdığı bir yazıdan alıntılar yapacağız.

Karamanlıoğlu bu yazısında önce Türk dilinin tarihi gelişimine kısaca değindikten sonra, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de ne gibi gelişme ve değişmeler gösterdiğini çok kısa olarak ele almaktadır.

Yazara gör her devirde ve her millette kendilerine komşu olan kavimlerden didi açıdan ve dil olarak ister istemez bir takım alışverişler yapıldığını fakat bu geçişlerin dilin yapısını pek de bozmadığını belirtmektedir.

Şimdi Dr. Ali F. Karamanlıoğlu’nun yazısına bakalım:[1]

“Önce Türk dilinin geniş tarihi gelişmesi içinde geçirdiği safhaları kısaca gözden geçirelim. Teşekkül ve ilk devirleri tabiatiyle karanlık, fakat her halde çok eski olan dilimizin, elimizde bulunan Orhun ve Yenisey yazıtlarıdır. Buradaki dil temiz ve arı bir Türkçedir. Komşu kavimlerle uzun bir temas neticesinde onların dillerinden bize, bizimkinden onlara bazı kelimelerin geçmiş olması tabiidir. Türklerin milli bir din ve alfabeleri bulunduğu bu devri, dışarıdan gelen dinleri ve dolayısı ile alfabeleri kabul ettikleri Uygur devri takip etmektedir. Budizm, Manihaizm, Brahmanizm gibi dinlerin girdiği bu devirde, bu dinlerle beraber alfabeler gibi, geldiği milletlerin dillerinden epeyce kelime de dilimize yerleşmiştir. Birkaç asır süren bu devreyi, nihayet, son ve kat’i din olarak, İslamiyet'i kabul etmemiz tamamlamaktadır.

Bilindiği ve çok tekrarlandığı gibi, bu devirde, bilhassa, din ve ilim dilinde Arapça, edebiyat ve sanat dilinde farsça gittikçe artan bir tesir göstermiş ve bu dillerden lüzumlu-lüzumsuz birçok kelime geniş bir ölçüde Türkçeye girmiştir. Arada bazı sade türkçe (türkî-i basit) hareketleri pek ehemmiyetli olmamıştır. Bu devirde başka dillerden, bilhassa Avrupa dillerinden, ticaret v.b. Temaslaryolu ile giren kelime sayısı az bir nisbette ve normaldir.

Tanzimattan sonraki batılılaşma devrinde, Türk edebiyatının da Avrupa’ya yönelmesi ile daha geniş kitlelere hitap etmek v.b. Sebeplerle “sade yazmak” fikri de ehemmiyet kazanmıştır. Bu devirde Avrupa dillerinden, bilhassa Fransızcadan giren kelime artmakla beraber, yine de umumi dil içerisinde pek geniş ölçüde olmamış, ekseriya mefhumların Osmanlıca ile karşılanması yoluna gidilmiştir. Geçen yüzyılın sonları, hem kimsenin bilmediği yabancı kelimeleri kullanmanın moda olduğu bir edebiyat ile dilin en anlaşılmaz bir devreye girdiği, hemde “sade Türkçe” cereyanının gittikçe kuvvetlenmeğe başladığı bir devirdir.

Bu yüzyılın başlarında, ikinci Meşrutiyet devrinde ve Birinci Dünya Savaşından önceki günlerde cemiyetimizdeki belli-başlı siyasi cereyanları “Osmanlıcılık”, “İslâmcılık” ve Türkçülük” olarak sınıflandırırsak, dilde Türkçeleşmeyi isteyenler ve mücadele edenler tabiatiyle Türkçülerdi. Bu arada “Milli edebiyat” cereyanı da sadeleşmeyi destekledi, geliştirdi. Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay ve Reşat Nuri gibi muharrirlerin kaleminde, İstanbul Türkçesine dayanan temiz bir dil meydana geldi.

İmparatorluğun çökmesi ve Millî Mücadele sonunda Anadolu topraklarında milli bir devletin ve cumhuriyetin kurulması ile Osmanlı devleti gibi, zaten Osmanlıca da tarihe karıştı ve inkılâplar devri başladı.

Harf inkılâbının arkasından dil inkılâbının geleceği tabii idi. Zira yeni harflerle birçok yabancı kelime tam olarak doğru yazılamıyordu. Yani yeni alfabe Türkçe seslere göre yapılmıştı. Atatürk milliyetçi ve garpçi idi. Onun için her şeyin zengin, fakat milli ve batılı olmasını istiyordu. Avrupa asıllı mili bir alfabe ile yazılan öz ve her mefhumu karşılayabilecek bir dil yapmak istedi. Sonra güneş-dil nazariyesinin de katıldığı bir harekette, bizzat Atatürk bir filolog olmadığı gibi, bu işle uğraşanların hemen-hemen hepsi de amatördü. Doktordan siyaset adamına kadar dilciden başka her meslek mensubunun katıldığı bu heyecan devri, bir inkılâp cemiyeti için tabii olabilir. Ancak orada kalmalı idi. Çünkü “hayatta en hakiki mürşid”in “ilim” olduğunu söyleyen de Atatürk idi.

Fakat maalesef, inkılâplar devrinden ve Atatürk’ten sonra da ilim yerine heyecan hâkim oldu ve 1945’te Anayasa, bizzat devlet eli ile öyle anlaşılmaz ve uydurma kelimelerle dolu bir hale getirildi ki, sonra bunun reaksiyonu 1924 Anayasasına dönülmek oldu. Tabii her iki tutum de hatalı idi.

27 Mayıs inkılâbından sonra yine bir heyecan devri başladı. Ancak şu kadar var ki, aradan geçen 30-35 yıl içerisinde, her sahada olduğu gibi, dil sahasında da epey ilim adamı yetişmiş bulunuyor. Fakat bu konuda çok ehemmiyetli bir rolü olan Atatürk’ün “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” olarak kurduğu Türk Dil Kurumu, şimdi çalışmaları ve ilmi neşriyatı ile eskiye nazaran daha iyi bir durumda olmakla beraber, maalesef yine de tam manası ile heyecan devrinden ilim devrine girememiştir. Bunun neticesi olarak, bütün iyi niyetli gayretlere rağmen, kardeşi Türk Tarih Kurumu gibi, bir bilim kurulu halini alamamakta ve hep ilimden çok sanat ve aksiyon tarafı ağır basmaktadır. Artık bunun bugün de aynı şekilde devam etmesi uygun olmaz, her işte bilime dayanmaya çalıştığımız bu devirde, dil işlerimize de doğru ve ilmi bir yön vermek gerekir.”[2]

 Görüldüğü gibi, dil inkılabınında harf devriminin de yanlışlarla malul olduğu belirtiliyor. Bir heyecanla başlanan ve fakat gerçeklerden uzak bir anlayış ne yazık ki dil ile ilgisi olmayanların elinde anlaşılmaz bir hal almıştır. Türk Tarih Kurumu gibi Türk Dil Kurumu da kuruluş gayesine uygun bir durum ortaya koyamamışlardır.



[1] Ali Fehmi Karamanlıoğlu. (31 Mayıs 1932-17 Ocak 1973) Kıpçak Türkçesi ile yaptığı lisans, doktora ve doçentlik çalışmaları ile tanınıyor.

Eserleri: Türkçe Nereden Geliyor Nereye Gidiyor.

Seyf-i Sarayi, Gülistan Tercümesi.

Kıpçak Türkçesi Grameri

 
[2] Dr. Ali F. Karamanlıoğlu, “Türkçeleşmenin Neresindeyiz?” Türk Kültürü dergisi, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü yayını. Ayyıldız Matbaası, Ankara 1963, Sayı:7, S:19-20