TUNA'M
"Bu bir isim değil, bir su değil, kalbimizde çağlayan bir tarihtir.
Türk’süz Tuna öksüz, Tuna’sız Türk yaslıdır. Binlerce yıl evvel bu su ıssız ve garip akıyordu. Kenarlarında ölgün, medeniyetsiz insanlar sürünüyordu. İki tarafına yayılan topraklarda vahşetle harâbiyet kucaklaşmıştı.
Semâsında güneş yoktu. Yıldızları fersiz, mehtâbı sönüktü. Kuşları nağmesiz, çiçekleri solgundu…
Bu durgun hava içinde, bu donmuş varlığın ortasında Tuna hırslanıyor ve hırsından toprakların bağrını tırmalıyordu. Önüne gelen dağları yarıyor, kayaları eritip dağıtıyordu. İnsanları sürükleyip boğuyordu…
Bir gün ansızın Tuna’nın bitmeyen geceleri sabaha erdi. Toprakta bir sarsıntı başladı. Havada bir toz ve duman bulutu yükseldi. Yaklaşan bulutun içinden dağ gibi atlarda, dağ gibi kahramanlar belirdi. Yüzlerinden nur ve hareket taşıyordu. Gözleri ışık ve enerji doluydu. İsimleri mertlik ve sertlik taşıyan ahenkli, tok bir heceden ibaretti…
Türk!.. Suları kuruyan yurtlarından başka diyarlara akıyorlardı. Bu akışta güneşi de atlarının kuyruklarına bağlamışlar, arkalarından sürüklüyorlardı. İşte Tuna’ya güneş, onların orada göründüğü andan itibaren doğdu... Azgın Tuna uslandı…
Toprak alt üst edildi. Ovalar yeşerdi. Sulara dizgin vuruldu. Her tarafta âbideler, saraylar, mâmûreler yükseldi. Tuna’da neş’e, Tuna’da düğün başladı…
Câhil, mütereddî yerliler bu medenî insanlara, bu yiğit adamlara saldırmaya yeltendi. Fakat doğuştan eşek, ayı yaratılmış olanlar kurda ne yapabilirler? Cüceler, kahramanları yere serebilir mi? Hayır... Asla…
Türk; önüne çıkan melez sürülerini, uyuşuk insan kafilelerini değil, dağları, nehirleri bile çiğnedi, ezdi, aştı geçti. Hepsine basma kantarması adaletten, halkaları medeniyetten, dizginleri kuvvetten yapılma bir yular taktı. Asırlarca medeniyetin koruyucusu ve yayıcısı olarak dövüştü, dövüştü...
Savaşın ardı gelmiyordu. Fakat Türk’ün aradığı da buydu. Savaştılar, savaştılar... Her savaşda muzaffer, her yerde hâkim oldular.
Kızıl kanlarından Tuna’nın ufuklarına renk, seslerine âhenk verdiler. Böylece Tuna şenlendi, hayat ve hareketle doldu. Eskiden Tuna ölüydü. Onlara kavuşunca dirildi. Türk gelmeden Tuna yoktu. Tuna’yı Türk yarattı.
Birçok cenklerimiz Tuna boyunda oldu, Türk akıncıları Tuna’ya karşı aktılar, Tuna’ya çağlayanlar gibi Türk kanı katıldı. Tuna onun için gönüllerin en coşkun ve suların en kudretlisidir ve Tuna bunun için bizimdir.
O eski çağlarda Tuna’nın düğününü yapıyorduk. Tuna gelindi. Ve biz Tuna ile evlenmiştik.
Neşeyle, zaferle dolu o uzun yüz yıllar ne çabuk geçti? Nasıl bitti? Tuna’mı kollarımdan kim kopardı?.. Kim aldı?
Tuna’m! Asırlarca koynumda taşıyıp doyamadığım sevgilim!..
Sen bu gün çağlamıyor, hıçkırıyorsun. Sen bir nehir değil içimi yakan bir tahassürsün...
Tuna’m! Gönlümde yatan aslanın susuzluğunu sen giderirsin...
Bana su vermez misin Tuna’m?”
ALPARSLAN TÜRKEŞ
(İlk yayın tarihi 19 Mart 1939; Muhittin Nalbantoğlu, Kahramanlık Rûhu Alparslan Türkeş, 39, And Yayınları, İstanbul )