FKB’deki ortak derslerimizden Fen Fakültesi’ndeki boykotlara, Bornova’daki eski yapı Büyük Ülkü Derneği’nden,  Çankaya’daki kurşûni renkli 3 katlı teşkilata, Ocak’lardaki toplantılardan Bornova’daki, Hatay’daki ev sohbetlerine, Yüksek Öğretmen’den Buca Eğitim’e, Kampüs’ten Hastaneye, İnciraltı’ndan Buca Mîmarlık’a, İktisat’tan Tıp’a, Yurtlardan Tariş’e, boykotlardan mitinglere, seminerlerden konferanslara, karakollardan DGM’lere, cezaevlerinden şehit cenazelerine, “Esir Türkler Haftası’ndaki Açlık Grevi”nden “İstikbal Yürüyüşü”ne kadar pek çok hâtıra siyah-beyaz kareler hâlinde gözlerimin önünden bir film şeridi gibi gelip geçiyordu…   
  İzmir’deki o yıllar; 12 Eylül öncesinin toz-duman ortamında; vatana can, bayrağa kan verenlerin; “...bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi, bir ülküyü paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...”[ Ahmet Turan Alkan, Yatağına Kırgın Irmaklar, 103] yiğitlerin okullarla alınmadığı yıllardı…  O yıllardan geriye; “İstikbâl Yürüyüşü”nde hâtırâlar, çekilen sıkıntılar, evde bir kazan çorbayla, lokantada “az kuru fasulye, üç parça ekmek”le yenilen yemekler, yokluklar ve yoksulluklar, yaşanan ve yaşatılan ülküdaşlıklar, candan arkadaşlıklar, rûhumuza derin izler bırakan gönüldaşlıklar ve yâd ettikçe bâzen hüzün, bâzen heyecan duyduğumuz talebelik günleri kalmıştı… Daha sonra bir grup arkadaşımız KTÜ’ye ve diğer üniversitelere nakil yaptırmak mecbûriyetinde bırakılmıştı… Şurası muhakkaktır ki, o yıllarda İzmir’de ülkücü olmak; çok çetin bir mücâdeleye, binbir türlü zorluğa ve ölüme tâlip olmak demekti… Bu sebeple İzmir Ülkücüleri çatal yürekli yiğitlerdi ve onlar; nerede olurlarsa olsunlar, her zaman ve her zeminde bu hareketin hep en ön saflarında yer almışlardı…  Bu zor yılların ardından ülkemiz tam bir anarşi girdâbına sürüklenmişti… “Birileri”; ihtilâlin olgunlaşmasını beklemişti. Bu bekleyiş binlerce insanın hayâtına mâlolmuştu… Ve bu kanlı günlerin ardından; “Din, vatan ve bayrak” aşkı için canını ortaya koyan, Tûran sevdâsıyla için için yanan, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[ Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400] olan ve yetmişli yılların fırtınalı ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan “kayıp bir neslin” yüreğini “12”den vuran bir “Kara Eylül” gelmişti. Yaşanan “kenan tûfânı”nın ardından; işkencehânelerde her türlü zulme mâruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan ve âşinâ oldukları “melâl”in asâletini yaşayan ülkücüler “öpmek istedikleri el” (?!) tarafından darp edilmişti. Devamı yarın...