2. Dünya savaşının galipleri 1945 sonrasında bir daha küresel ölçekte bir savaş olmaması adına yeni bir dünya düzeni kurdular. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu ve Kuzey Atlantik Paktı(NATO)  ve  benzeri  bir çok küresel kurum ve kuruluş bu yeni dünya düzeninin sembolü olarak bugün halen varlıklarını devam ettiriyorlar. 1945-1991 arası yaşanan soğuk savaşın bitişi sonrası ABD dünyanın en etkili   ve  baskın  gücü  olarak  uluslar arası küresel sistemi tek başına yönlendiren ülke konumuna ulaştı. Şimdi ise ABD’nin küresel egemenliğine meydan okuyan yeni bir güç yükseliyor. Küresel çapta ABD’ye meydan okuyan bu yeni küresel aktör ise Çin’den başkası değil. 1980’li yıllarda küresel kapitalizm tarafından dünya’ya açılan ve hızla büyüyen bu ekonomik güç artık askeri ve siyasi açıdan da küresel sistem de belirleyici olmak iddiasını taşıyor.

 Çin’in ekonomik olarak son 40 yılda ortaya koyduğu muazzam büyüklük ve dünyanın üretim üssü haline gelmesi süreci  ekonomik  küreselleşmenin en önemli ayağını oluşturdu. 1,5 milyar insanın yaşadığı Çin’in bugün 800 milyonluk bir orta sınıfa sahip ülkeye dönüşmüş durumda. 40 Yıl önce 1 milyar 200 milyonun üstünde köylü sınıfa sahip bir ülke için bugünkü durum devrimsel bir dönüşüme işaret ediyor. Çin’in başta ABD olmak üzere batılı güçler tarafından tehdit olarak görülmesinin altında pandemi döneminde ortaya çıkan arz sıkıntısı da son derece önemli bir rol oynuyor. Başta ABD olmak üzere Avrupalı ülkeler Çin’e eskisi gibi bağlı kalmak istemiyor ve tedarik zincirlerini yanı başlarına getirmek istiyorlar. Çin’in küresel ölçekte ekonomik bir güce ulaşırken bir yandan da ABD’nin uluslar arası alanda geri çekildiği noktalarda müdahil olması ABD’yi son derece rahatsız ediyor. Çin başta Afrika, Latin Amerika, Orta Asya ve Orta Doğu’da etkisini giderek arttırıyor. Çin’in askeri açıdan ABD’ye meydan okuyabilmesi şu an için mümkün gözükmüyor.                                                                                        Bu yüzden Çin yanına Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeleri yanına alarak bir nevi yeni bir askeri pakt inşa ediyor. Çin ve birlikte hareket ettiği tüm ülkeler  otoriter  ve hatta totaliter özellikler taşıyan ülkeler olarak göze çarpıyor. Çin batının temsil ettiği demokratik değerlerin hiç birine öncelik vermeksizin kendi ekonomik ,siyasi ve askeri gücünü tahkim etme derdine düşmüş durumda. Çin açısından insan hakları hiçbir değer ifade etmiyor. Başta Doğu Türkistan’da yaşayan müslüman Uygurlara  yönelik  Çin’in soykırım politikası 21.yüzyılın hali hazırda devam eden en büyük insanlık suçlarından birini oluşturuyor. Çin sadece Uygurlara yönelik değil Tibetlilere ve hatta müslüman kazaklara dönük de insan haklarına aykırı uygulamalarına devam ediyor. Çin Tayvan meselesi  başta olmak üzere öncelikle Çin denizinde sonrasında da Pasifik okyanusunda belirleyici askeri güç olma yolunda hızla silahlanıyor. Tayvan’ı kendi toprağı olarak gören Çin gerekirse  askeri  yöntemlere  başvurmaktan  geri  kalmayacağını  bir çok kez  deklare etmiş bulunuyor.

 Çin’in   küresel  çapta  ABD karşısında onun temsil ettiği tüm değerlere ters bir biçimde  hak iddiasında bulunması ve Çin’in çok daha baskın bir biçimde ortaya çıkacağı bir yeni dünya düzeni talep etmesi ABD ile Çin’in başta ekonomi olmak üzere siyasi ve askeri çatışmanın eşiğine getiriyor. Rusya’nın Ukrayna işgali, İran’ın Çin ile yakınlaşması ve yeniden patlak veren Filistin- İsrail çatışması var olan düzenin sürdürülemez olduğunun kanıtı niteliğinde olaylar örgüsü olarak okumak durumundayız. ABD’nin temsil ettiği var olan dünya düzenin de güçlü olanın her koşulda haklı olduğu ilkesinin İsrail’in hastane bombalaması sonucunda ABD yönetiminin takındığı İsrail yanlısı tutumda görüyoruz. Dolayısıyla ABD öncülüğünde çökmekte olan eskimiş dünya düzeninin alternatifi Çin öncülüğünde yeni bir dünya düzeninden mi geçiyor sorusunun yanıtı kanaatimce hayır olacaktır. Kendi vatandaşları  dahil olmak üzere ülkesinde var olan her türlü kültürel azınlığa soykırım uygulayan bir devlet olarak Çin asla adil bir küresel düzenin kurucusu olamaz. Çin aynen bugün ABD’nin yaptığı gibi tüm dünyayı bir Pazar olarak görüyor ve sahip olduğu ekonomik güç ile hakim olmak istediği coğrafyalardaki ülkelere borç vererek onları borçlandırıp egemenliği altına almayı hedefliyor. Sistem olarak faşist bir yönetim tarzına sahip olan Çin’i ABD karşısında kurtarıcı görmek büyük bir aymazlık olarak görülmeli. Uluslar arası küresel kapitalist sistem kendisini mutlaka dönüştürmek durumunda. Var olan küresel gelir adaletsizliği ve İklim Krizinin giderek bir karabasan gibi gezegenimize çöktüğü şu günlerde ya yeni dünya düzenine   geçişi  eski  alışkanlıklarımızın  doğal  sonucu olarak  küresel çapta yaşanacak ve milyonlarca ve hatta milyarlarca insanın ölmesi sonucunu doğuracak olan bir 3. Dünya savaşı ile sağlayacağız ya da bu sefer meseleleri diyalog yoluyla ve küresel ekonomik düzeni herkesin lehine olabilecek biçimde yeni bir sosyal ekonomik sistem kurarak inşa edeceğiz.  Çin ve ABD yönetimleri önümüzdeki günlerde ve aylarda verecekleri karar ile insanlığın küresel çapta yok oluşunun önünü açacaklar ya da insanlığa kendileri ve gelecekleri adına da yeni bir şans verme yolunu seçip yeni bir dünya düzenine geçişi savaşsız bir biçimde sağlayacaklar.