Evrenin 13.7 milyar yıllık tarihi sürecini günümüze kadar 24 saat olarak kabul ettiğimizde saat 07:00 gibi yeryüzünün ve Güneş sisteminin oluştuğunu, 12ye doğru ilk kara canlısının vücuda geldiğini, 15:00 gibi dinozorların varolup 15:30 gibi nesillerinin tükendiğini, 23:59'da 350bin yıllık geçmişi olan homo sapiens sapiens'in doğup 23:59'un son saniyelerinde 1730'larda sanayi devrimiyle başlayan teknolojik ve bilimsel gelişmelerin meydana geldiğini kabul etmemiz gerekirdi.
Bunu bu şekilde paleontoloji bilimiyle ilgilenen bir bilim adamı karikatürize ediyordu. İnsanın varlık alemindeki yerine ilişkin son derece anlamlı bir tespit.
İçinde yaşadığımız sonsuz evrenin son saniyelerinde varlığa gelip, tüm varolana hükmetmeye çalışan, gözünü dahi kırpmadan kendisinden sonra varlığa gelecek herşeyin kaderini etkileyecek kararları alan bunu da tüm varlığın kendisinin hizmetine sunulduğu, kendisinin en üstün varlık olduğuna dair inancıyla pekiştiren, bu inancını bir çok dini,ilhami, bilimsel gerekçelerle berkiten insanın bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum.
İnsan erdemlidir, faziletlidir. Fazilet kelimesi fazla kökünden gelir. İnsan fazladır ve bu fazlalık onun mesuliyet sahibi olmasının da sebebidir.
"Nazarın değişirse manzaran değişir", tanımın değişince anlam ve değer formun değişir, kavramların değişir.
Ya tanımını değiştirmeye cesaretin yoktur ya da zamanın yoktur. O sebepten yaşın ilerlemesiyle bağnazlık, statükoculuk, sabitfikirlik arasında bir ilişki vardır. Tüm kavramlarını, sahip olduğu tüm tezleri ve değer yargılarını bırakmak cesaretle bereber yeni bir değer yargısı inşa etme fırsatını da gerektirir.
Milyarlarca yıllık evrenin fazla ve bu fazlalılığıyla fazlasıyla mesul bir parçası mısın - insanın akıl sahibi olmaklığı ona kaçınılmaz bir sorumluluk yükler- yoksa üstün olmaklığınla tüm varolana hükmeden, tüm varolanın kendisine hizmet ettiği bir varlık mısın?-üstün olmak hükmetmeyi ve tahakkümü berberinde getirir-
Dalgalar kıyıya vuruyordu, deniz boylu boyunca masmavi uzanıyordu. Güneş denizin yüzündeki kadar hiç bir yerde ışıl ışıl değildi. Deniz kolektif bilinci temsil ederdi, dağ ise gücü ve kudreti. Hiç bir peygambere denizde gelmemiştir vahiy. Hep dağda inzal olmuştur ilk kelam. Dinler hep statükoya ve bağnazlığa meydan okumuştur ve nazarı değiştirip yeni bir manzara sunmuştur insanlığa.
Doğa harika bir öğreticidir. İnsan doğayla uyumlu yaşadığı sürece içindeki cevheri açığa çıkarabilir ve varlığa kendi tözüyle uyumlu bir şekilde tutunabilirdi. İnsan toplu halde yaşamayı, strateji geliştirip avlanıp hayatta kalmayı kurtlardan öğrendi mesela.
O sebepten kurtlar sadece Türk milleti için değil neredeyse tüm milletler için kutsal kabul edilir.
İlginçtir soylarının kurtlardan geldiğine inanır Romalı'lar da, Germenler de. -haddi zatında tarihin akışı içinde Germenlerle karşılaşan Romalılar onları o kadar kendilerine benzetirler ki, ikiz kardeş anlamına gelen kökten türeyen Germen adını onlara verirler- Ama ne zaman insan, yerleşik hayata geçer kurt onun için bir tehlike haline gelir. Kutsal saydığı soyunun dayandığı kurdu tahkir etmek için meyvenin içinde yaşayan, asalak bir canlı olan küçük börüye kurt der. Böylece kendine saldıran, beslediği hayvanları yiyen kurttan intikam almaktadır aklı sıra. Bunda şaşılacak bir şey yok aslında, anlam ve değer yargısı değişince gördüğü manzara da değişmiştir insanın.
Yerleşik hayata geçmekten daha ziyade,asıl mesele aydınlanma ile başlıyor sanırım; Descartes'in cogitosuyla; "düşünüyorum öyleyse varım" diyen insan hiç bu kadar kendinden menkul bir güce, kendinden menkul bir kimliğe sahip olmamıştı. Her şeyin kaynağının akıl olduğuna dair vurgu, insanın varlık aleminde sahip olduğu bu fazlalığı üstünlüğüne kaynak saydı. İnsana dair nazarı değişince kaçınılmaz olarak insanda gördüğü manzara da değişmişti insanın.
Şimdi Descartes'in akıl vurgusuyla ulaştığı manzaraya inanç ve din vurgusuyla ulaşınca çok mu farklı düşünmüş oluruz O'ndan?
İnsan kendini idrak edebilen, kendini idrak ettiğini de idrak edebilen, ikinci farkındalığı söz konusu olan bir varlık.
Denize baktı, ışıl ışıl parlıyordu Güneşle, vakit öğlendi, rüzgar dalgaların şiddetini artırıyordu, dalga sesi insanlık tarihinden beridir tanıdık geliyordu, canlılık suda başlamıştı, dokunduğu suyun yeryüzünün tüm sularıyla bağlantılı olduğunu, ayın çekim gücüyle durduğunu, bu dokunuşun -ve dokunma duyusunun- evrenin milyar yıllık hafızasına dokunmak olduğunu biliyordu.