İşte yolcusu tükenmeyen, kıyâmete kadar da tükenmeyecek olan ölüm köprüsünden Erol Dok da geçti… 78 kuşağının gani gönüllü, çatal yürekli ve Kürşad’ın kırkıncı yiğidi olan Erol kardeşimiz bizleri hüzün yağmurlarıyla sırılsıklam ederek ve  “yetîm-i akran” bırakarak fânî dünyadan Bâkî Âleme göçtü... Rahmetli Erol Dok’tan, 12 Eylül öncesinden günümüze uzanan kadim bir dostluğun mütebessim hâtıraları yâdigâr kaldı yüreğimize… Erol Dok’un Hakk’a yürümesi vesilesiyle kaleme aldığımız bu yazıda; sînemize hazin bir ayrılık acısını çökse de, hüzünlü duygularımız düşüncelerimizi tam olarak kelimelere dökmemize mânî olsa da; Türk milliyetçilerinin ne yazık ki farklı mecrâlara savrulduğu günümüzde ülkücü gençlere örnek olması için; onun ahlâk ve inanç değerlerini, vefâ ve diğerkâmlığını, samimiyet ve fedâkârlığını, vakar ve asâletini, tevekkül ve tevâzuunu, dâvâ felsefesini,  düşünce dünyasını, ülkücülük anlayışını, mücâdele rûhunu,  “delikanlı” duruşunu ve Türklük şuurunu anlatmamız şartın ötesinde bir mükellefiyet oldu bize… Çünkü Erol Dok; ülkücü hareketin sembol isimlerinden, çilekeş kadrolarından, yüreği rozetinden çok büyük dâvâ adamlarından, gönül ve zihin gönderinden Türk milliyetçiliği bayrağını bir an bile olsa indirmeden son nefesine kadar taşıyan ve ideâllerindeki uçsuz bucaksız hayâllerini duâlarla semâya arz eden, hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle temâyüz etmiş mütedeyyin bir aksiyoner olduğu için, yeni nesillere numûne-i imtisâl olarak, -gençlerin tâbiriyle söylersek “rol model” diye- tanıtılması gereken “Ülkü denen nazlı gelin”e[ Nihal Atsız, Yolların Sonu, Dâvetiye,30] karasevdâlı bir güzel insandı.
O;  hayat gâyemiz olan İslâmiyetle, hayatımızın gerçeği olan Türklüğü baş tacı yapan, “Kitap Şuuru”na[ Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru,  Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994] sâhip olduğu için her türlü meseleye “Türk-İslâm Ülküsü”[ Seyyid Ahmet Arvâsî, Türk-İslâm Ülküsü (III Cilt), Ocak Yayınları, Ankara, 1982] penceresinden bakan, kendisi için değil dâvâsı, ülküdaşları ve Türk milleti için yaşayan, dînî, millî ve insânî değerleri yaşatan, gençlik yıllarından vefâtına kadar ülkücülüğü; tertemiz, gölgesiz ve lekesiz, kar beyazı bir şeref nişânesi olarak sertâç eyleyen, vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kafiyesi olmak isteyen, kalemi, kelâmı ve selâmı Kıbleye dönük olan kâmil bir Müslümandı.
O; Kur’ân ve Sünnet yolundan ayrılmayan muttakî bir mü’min, “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”[ Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15]mak için âhiret merkezli bir hayat yaşayan, İ’lây-ı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsünü savunan, medeniyet tasavvuru olan bir hareketin kendi “ruh köküne” sâhip çıkması, “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması”  ve “Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da Ay-Yıldızlı Albayrakla birlikte yeniden kıyama durdurulması” gerektiğine gönülden inanan  bir  anlayışın müntesibi olarak önce Büyük Türkiye, sonra Turan, en sonunda da İslâm Birliği ve Türk Cihan Hâkimiyeti hayâlleri kuran, ancak ülküsünün devlet olma mürüvvetini göremeden bu fânî hayâta gözlerini yuman Turan düşünceli bir alperendi. 
O; Allah(c.c.)’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, zâlimler karşısında aslâ ayak çekmeyen, C-5’lerde çok ağır işkenceler görmesine, îdamla yargılanmasına, Mamak zulmünü yaşamasına ve Taş Medreselerde çile çekmesine rağmen; ne 12 Eylül’de, ne 28 Şubat’ta, ne de 15 Temmuz’da yâni “erliğin darlıkta belli olduğu günlerde” gözünü daldan budaktan, zâlimler karşısında sözünü aslâ dudaktan sakınmayan ve hiçbir dönemde “haksızlık karşısında dilsiz şeytan”[ İbn-i Kayyım, el-Cevâbu’l-Vâfî, 136adam aldırmaadamldırm] olmayan, hayat boyu;
 “Adam aldırma, geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”[ Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Altıncı Kitap / Âsım 381] 
düsturunu rehber eylediği için haksızların ve haksızlığın karşısında “Hüseynî” bir tavırla kıyâm eden; asrî firavunlara, çağdaş putlara modern Tâgutlara ve darbeci Nemrutlara karşı dik duruşunu bir ömür değiştirmeyen; gözünü kırpmadan, ardına bakmadan inandığı doğruların peşinden ölümüne giden,  aslâ recüliyyet eksikliği göstermeyen ve ülkücülüğü diline tespih etmeyip hayâtıyla çeken kalender bir serdengeçti ve hâlis bir Türk’tü.