Hayatının en anlamlı, mutlu ve heyecanlı günü idi. Sabah erkenden ailesi ve sevdikleriyle birlikte askerliğini yapmak üzere yola koyulacaktı sonunda. İçindeki heyecanını bastıramıyor, uyuyamıyor, yatağında bir sağa bir sola dönüp duruyordu.

Ailesinin de odasının dışından seslerini duyuyordu, onlarda da heyecan dorukta idi. Ev adeta şenlik alanına dönmüş, yakın akrabaları bile yatılıya gelmişlerdi. Sabah hep beraber birliğe gidilmek üzere anlaşılmıştı. Onlara ne oluyorsa sanki diye içinden düşünerek gülümsemeye başlamıştı…

Sabah oluverdi işte, zaten uyumamıştı ki dışarıdan davul zurnanın sesi ile yatağından doğrulması bir olmuştu. Penceresinden bakınca tebessüm etti, kimi bayrakları ile gelmiş, kimisi ise ellerinde börek benzeri tepsiler ile kapıda toplanmışlardı.

O gün gelmişti işte,

O özlem ile beklediği askerliğini yapacak ve dedesinin deyimi ile “askerlik yapmaya adam denmez” lafını artık kendisi için kimse kullanamayacaktı.

Ninesi ise erkenden odasına gelmiş, başına kınasını yakmıştı, garip garip ninesine bakınca da ninesi bir tebessüm ile “oğlum bizler sizleri bu vatana kurban etmek için yetiştiririz ve kınamızı başınıza yakarız” demişti, hem kendisi hem de ninesi ağlamaya başlamıştı. Ama bu yaşlar mutluluk ve gurur gözyaşları idi.

Ve dışarıya çıkar çıkmaz sanki tüm mahalleli aynı nakaratı haykırıyorlardı,

“En büyük asker bizim asker”…

Müthiş bir konvoy ile davul zurnalar ve bağrışmalar ile Askeri Birliğe doğru yola koyulmuşlardı. Pencerelerden askerlik marşları ya da türküleri geliyordu. Bayraklar dalgalanıyordu.

O kadar mutlu idi ki.

Bu anın hiç bitmesini istemiyordu.

Ve askerlik alanı görüldü işte, inanılmaz bir derecede kalabalıktı. Haykırmak istiyordu, “bende askerliğimi yapacağım şükür, bu gün benim günüm”.

Birliğine teslim olurken ailesinden hiç ayrı kalmadığı için çekiniyordu, ürperiyordu. “Acaba yapabilir miyim” diye iç âleminde geçirdiği sorular ile içtima alanına görevli bir asker onu götürüyordu. Ailesinin gözlerinin içine bakarak “çok mutluyum, beni merak etmeyin” diyerek elini salladı.

Göz ucu ile ailesine arkasını hafif dönerek bakmayı ihmal etmiyordu tabi ki, “kendisini bırakıp giderler mi?” diye içinden de geçirmedi değil hani…

Tanıdıklarının sivil alanda durduklarını görmesi ile kendine ayrı bir cesaret geldi.

Kendisi gibi askerliğini yapmak için gelmiş arkadaşlarını görünce aynı heyecanı yaşayan sadece kendisinin olmadığını da anladı.

Komutan sonunda geldi. Ne de heybetli idi. Herkes onu görünce ciddileşmiş ve hazır ol duruşunda beklemeye başlamışlardı.

Gür sesi ile komutlar vermeye başladı komutan, söylediklerinin tekrarlanmasını istiyor, gösterdiği hareketleri yapmalarını emrediyordu.

Gösterilen hareketleri yapmaya çalışması sonunda hayatında hiç bu kadar yorulduğunu hatırlamıyordu. Yorgun ama mutlu idi işte.

Giydiği üniforması ne kadar da yakışmıştı. “Yemin törenine marş marş” emrinin verilmesi ile tekerlekli sandalyesini öyle bir sürüyordu ki görülmeye değerdi. Sanki bir yarışmada idi de hız derecesi yapmak istiyordu.

Türk bayrağının ve silahlarının olduğu masaya diğer arkadaşlarından önce gelmişti.

Terlemişti…

Askerlik yeminini gözlerinden akan yaşlar ile boğazını yırtarcasına tüm arkadaşları ile söylüyordu…

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada
Her zaman ve her yerde
Milletime ve cumhuriyetime
Doğruluk ve muhabbetle hizmet,
Kanunlara ve nizamlara ve amirlerime
İtaat edeceğime ve askerliğin namusunu,
Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip
İcabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda
Seve seve hayatımı feda eyleyeceğime
Namusum üzerine ant içerim…”

Keşke dedi içinden “bir gün değil de bu tekerlekli sandalyem olmasa idi de askerliğimi tam yapabilse idim, belki de komutan bile olurdum”…