Dinimiz, üç temel esas üzerine inşa olmuştur. inanç ve itikat bu binanın zemin ve temelini oluştururken, ibadetler ve diğer varlıklarla ilişkiler yani muamelât onun direklerini, güzel ahlâk ve erdemler ise onun çatısını teşkil etmiştir. Birbiriyle iç-içe ve birbirini tamamlayan bu hükümlerin tamamı, öncelikle insanların dünya hayatını tanzimin yanında her iki cihanda mutlu ve huzurlu kılmaktır. Nitekim iman, ibadetin; ibadet, güzel ahlâkın; güzel ahlâk da insan-ı beşeriyetten öte gerçek manada insan yani “insanı kamil” yapmanın temelini teşkil eder. Kâmil insan ise, dünyada Rabb’inin rızasına uygun hareket eden ve buna karşılık vadedilen ilahî nimetleri kazanarak ebedî mutluluğa nail olmaya hak kazanmış kimse demektir. Bunu temin edebilmek için öncelikle, sağlam ve sarsılmaz bir iman gerekir. Böyle bir imanın ön şartı ise, Yüce Rabbimizi bilmek, O'nu noksan sıfatlardan tenzih edip kemal sıfatlarıyla tanıyıp bilmektir. İkinci şartı ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Allah'ın kulu ve resulü olarak kabul etmek, O’nun bildirdiklerinin de hak olduğuna ve Allah katından geldiğine dair iman ve ikrarda bulunmaktır. Zira insan, etrafında olanlara ve kendi nefsinde yaşadıklarına ibret nazarı ile şöyle bir baksa, O'nun var ve bir olduğunu apaçık bir şekilde anlayacaktır. İçinde bulunduğumuz bu kâinatın yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda din gününün, yani ahiret hayatının da sahibidir. O hiçbir şeye ve kimseye muhtaç değildir. Aksine herkes ve her şey O'na muhtaçtır. Hay(diri)dır, ezelî ve ebedîdir. O, her şeye kâdirdir. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O merhamet etmeyi sever. Aynı zamanda O ilim ve hikmet sahibidir. Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyden ve dahası kalplerin derinliklerinde gizli olanlardan dahi haberdardır.
Kur'an-ı Kerim ve Peygamber efendimiz bu ölçekte iman ile hareket eden insanı muttaki ve muhsin olarak tanımlamıştır. Muttaki kimse, korku ve ümit içerisinde Allah'dan gerektiği şekilde sakınan; muhsin kimse ise, Allah'ı daima hatırında tutup bu bilinçle hareket edendir. O'ndan haya edip her şeyi Yüce Yaratan'dan bilerek büyük bir sevgi ve minnet duygusu içinde O'na yönelen ve O’na bağlanandır. Çünkü Cebrail aleyhisselam tarafından sorulan bir soruyu Peygamber efendimiz şöyle cevaplamıştır: "İhsân, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan dahi, O'nun seni gördüğünü bilmendir."(Sahih-i Müslim, İman,1) Davranışlarında bu ölçüyü yakalayan kimse Allah'ın boyası ile boyanmış ve O'nun ahlâkı ile ahlâklanmış kimsedir. Kişi bu inanç ve bilinçle hareket ettiğinde, ibadeti kendisini kötülüklerden uzaklaştıracak ve Rabbine yakınlık kazanacaktır. Bu durum sonunda öyle bir hal alacaktır ki, artık o baktığı her şeyi hak terazisi ile tartacak, batılı batıl, çirkini çirkin ve şerri şer olarak görerek uzak durduğu gibi, hak kisvesine bürünmüş bütün şer, kötülük ve çirkinliklerden de uzak duracaktır. Şairin ifadesi ve bir mutasavvıfın benzetmesi ile: “Zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek şekilde gözü keskin” hale gelecektir. O zan ve kuruntu ile hareket etmeyecek doğru, hak ve hakikatin takipçisi olacaktır. O’nun derdi ve tasası; geçici heves , beklenti ve hazlar olmayıp inancı ve davası için, hak ve hakikatin temsilcisi olacaktır. O geçici kayıp ve kazançlara takılıp kalmadan, ebedi kazançlar peşinde koşacak ve ebedi kayıplardan uzak durma gayret ve çabası içerisinde olacaktır. Aynı zamanda O, her daim Kur’an-ı Kerim’in çağlar ötesi şu çağrısına kulak verecektir: "Asra yemin olsun ki insan, gerçekten ziyan içindedir. Ancak bundan iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır."(Asr Suresi,103/1-4)