Cenâb-ı Allah’ın bizlere bahşettiği en kıymetli hazînelerden ve en büyük nîmetlerden birisi de hiç şüphesiz sağlıktır.
En büyük ihsân olan sağlık; kıymeti ancak kaybedildiği zaman anlaşılabilen paha biçilmez bir taçtır. Bu mevzûda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); “Sağlık, vücutları sağlam olanların başına konmuş bir taçtır, onu yalnız hastaların gözü görür.” diye buyurmuşlardır. Dâvud Aleyhisselâm ise sağlık konusunda; “Sıhhat, gizli bir saltanattır.” demişlerdir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir başka hadîs-i şeriflerinde de;
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: Hastalık gelmeden önce sağlığın,
Yaşlılık gelmeden önce gençliğin,
Fakirlik gelmeden önce zenginliğin, Meşgûliyet gelmeden önce boş vaktin
Ve ölüm gelmeden önce hayatın kıymetini biliniz.” diye buyurmuşlardır.
Osmanlı Cihan Devleti’nin en güçlü yıllarında kırk altı sene hükümdarlık yapan Kânûnî Sultan Süleyman; Hakk’ın, halka bahşettiği en büyük ihsânın sağlık olduğunu ve bu nîmetin değerinin hiçbir şeyle ölçülemeyeceğini o meşhur gazelinde dile getirirken;
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi;
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri ancak cihan gavgâsıdır;
Olmaya baht ü saâdet dünyada vahdet gibi.”
ifâdelerini kullanmış ve darb-ı mesel hâline gelen bu mükemmel mısrâlara imzâ atmıştır.
İnsanlar, sağlığın ne büyük bir devlet olduğunu hastalandığı zaman anlar ve “bir nefeslik sıhhat”in kıymetinin ne büyük bir saltanat olduğunu da ancak sağlığını kaybettiği vakit tam anlamıyla idrâk edebilir. Zâten, 'sağlığın, vatanın ve devletin' kıymeti, varlığında tam anlamıyla bilinmez, bilinemez; ancak bunların ne kadar değerli oldukları elden gittikten sonra anlaşılır. Bu üç büyük nîmetten mahrum kaldıkları için; sağlığın kıymetini hastalara, vatanın önemini mültecîlere ve devletin değerini de Doğu Türkistanlılara ve Filistinlilere sormak gerekir.
* * *
II. Mahmud döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin teklifiyle 14 Mart 1827 günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda “Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire” adıyla ilk tıp okulunun kurulması ve Türkiye’de modern tıp eğitiminin o gün başlaması sebebiyle Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’nin kuruluş tarihi kabul edilen 14 Mart günü ülkemizde “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır.
Türkiye’de ilk Tıp Bayramı kutlaması, 14 Mart 1919 tarihinde işgâl altındaki İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Bu kutlamalar millî direnişin ilk kıvılcımını ateşlemiş, Mekteb-i Tıbbıye’nin 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde harekete geçen genç tıbbiyeliler, 14 Mart günü okula çok büyük bir Türk Bayrağı asarak bir toplantı düzenlemiş ve yurdumuzdaki düşman işgâlini protesto etmişlerdir.
1911 yılında Türk Ocakları’nın kuruluşunda ilk adımı atan "190 askerî tıbbiyeli"nin ardından, yine genç tıbbiyeli talebeler “Ya istiklâl, ya ölüm!..” anlayışını kıyama durdurmak adına istilâcı devletleri tel’în etmiş ve tıp mensuplarının vatan savunması olarak da tarihe geçen bu millî kıyâma Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Âkil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da destek vermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1929 yılına kadar Tıp Bayramı 14 Mart günü kutlanmıştır. Ancak 1929’dan 1937'ye kadar bu kutlama, Bursa'daki Yıldırım Darü’ş-şifâsı’nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı 12 Mayıs tarihinde alınmış ise de, bilâhare bu uygulamadan vazgeçilerek Tıp Bayramı kutlamaları yeniden 14 Mart’ta yapılmaya başlanmıştır. O günden bu yana 14 Mart, Tıp Bayramı olarak kutlanmış, 1976 yılında ise 14 Martı içine alan hafta, önceleri “Sağlık Haftası” daha sonra ise “14 Mart Tıp Haftası” olarak kabul edilmiş ve hafta boyu sağlıkla ilgili çeşitli faaliyetler yapılmıştır.
* * *
14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle şunu da ifâde etmek isterim ki; şâirler farklı sebeplerle hastanelerden ve doktorlardan uzak durmak için bahâneler arasalar da; Fuzûlî gibi;
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma derman kim helâkim zehri dermânındadır”
dese de; Seyrânî gibi;
“Ey tabîb elden gelirse yâremi gel emleme
Yâr elinden gelmedir bu yâreyi merhemleme”
diyerek redd-i tabip talebini dile getirse de, Neyzen Tevfik gibi;
“Bir hazakat-zedeyim mîdemi tıp tepti benim,
Kırk katır tepse yıkılmazdı şu aciz bedenim.”
mısrâlarıyla şikâyet etse de, yine de;
“Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır.”
mısraına kulak vermeli ve rahatsızlanınca hekime başvurmada gecikilmemelidir. Zîrâ “Her işin başı sağlık” olduğu, “ölümün ve ihtiyarlığın” dışındaki her derdin çâresinin vâredildiği için, her hastanın “esbâba tevessül etmesi”, “tabîb-i hâzik-i kâmil”e gitmesi Nebevî bir emirdir. Çünkü Allah Resûlü (s.a.v.); “Ey Allah’ın kulları! Tedâvî olunuz. Çünkü Yüce Allah ölüm ve ihtiyarlıktan başka şifâsını vermediği ve devâsını yaratmadığı hiçbir hastalık yoktur. Fakat bu tedâvî şeklini mütehassıs olanlar bilir, olmayanlar bilmez” diye buyurmuşlardır.
Bilvesîle Atayurdumuz Uluğ Türkistan’dan bugüne; insanların hastalıklar sebebiyle kopardığı çığlıkları duyan, onların acılarını dindirmek için çalışan, bitki, hayvan ve maden kaynaklı droglarla hastaları tedâvi eden “otacılar”dan “atasagunlar”a, melânkolik hastalıkları tedâvî etmeye çalışan “kamlar”dan, ilaç yapan “emçiler”e, Ebu Bekir Râzî’den (864 - 925) Farâbî’ye (872 - 950); 18. yüzyıla kadar Batı’da temel tıp kitabı olarak okutulan “El Kanûn fî’t-Tıb” eserinin müellifi İbn-i Sînâ’dan (980 - 1037) “Maddetü’l-Hayat” adlı kitabında mikrobu Pasteur’den 400 yıl önce keşfeden ve açıklayan Akşemseddin Hazretleri’ne (1389 - 1459), “Cerrâhiyetü’l-Hâniye"nin yazarı Sabuncuoğlu Şerâfeddîn’den (1386 - 1468) “Risâletü’l-Mûsikıyye Mine’d-Devâi’r-Rûhâniyye” adlı eseriyle rûhi hastalıkları mûsîkiyle iyileştiren Gevrekzâde Hâfız Hasan’a (1724 - 1801), Behçet Hastalığını bulan Prof. Dr. Hulûsî Behçet’ten (1889 -1948) Türkiye’de Tıp Tarih Kürsüsü’nü kuran Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’e (1898 - 1986), Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman’dan (1884 - 1951) Prof. Dr. Ayhan Songar’a (1926 - 1997), Prof. Dr. Gâzi Yaşargil’den (d. 1925) Prof. Dr. Ömer Özkan’a (d. 1971), Beyin Genetiği Programı Direktörü, Türk Amerikan Tıp Birliği Başkanı Prof. Dr. Murat Günel’den (d. 1967) Nobel ödülü alan ilk Türk doktoru olan biyokimyacı ve moleküler biyolog Prof. Dr. Aziz Sancar’a (d. 1946) ve ismini sayamadığımız çok kıymetli Türk hekimlerine ve sağlık çalışanlarına muhabbet ve hürmet duygularımı, vefât edenlere rahmet ve minnet hayatta olanlara da sıhhat ve âfiyet dileklerimi arz ediyorum.
Osmanlı Dönemi’nde yetişmiş olan ünlü cerrahlarımızdan Askerî Tabip Mehmet Esat (Işık) Paşa, devâsız bir derde düşen eşinin hastalığı karşısında âciz kalınca;
“İhtiyârımla acep ben hiç olur muydum tabîp,
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini”
dese de; hekimliğin şartları çok ağır, meslekî sıkıntılarımız karşısında devletimiz sağır ve sağlık çalışanları her anlamda mutazarrır olsa da, meslekte gördüğüm kırk altıncı 14 Mart münasebetiyle şunu ifâde etmek isterim ki, iyi ki hekim olmuşum ve dünyaya yeniden gelsem tereddütsüz yine doktor olurdum… Çünkü hekimlik; -günümüzde yaşanılan her türlü olumsuzluğa rağmen- insanların en zor zamanlarında onlara yardım etmemize, şifâ bulmalarına vesîle olmamıza, duâ almamıza ve âhiret için Cennet azığı hazırlamamıza vesile olan hikemî bir meslektir. Zâten Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm; “Hayrûn nas men yenfeûn nas” (İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.) diye buyurmaktadır.
Her türlü zorluğa ve meşakkate rağmen; çok büyük fedâkârlıklar gösteren, mesleğimizi insanî ve vicdânî bir sorumlulukla yerine getiren, insan hayatına adanmış çalışmalarda alın, zihin ve gönül teri döken, insanüstü bir gayretle insanlara hizmet eden, toplum sağlığı ve hastalar için gece gündüz, yağmur çamur, bayram tatil demeden ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemeyen, insanı yaşatmayı, insanın acısını azaltmayı, insanlığa daha sağlıklı bir hayat sunmayı gâye edinen ve 'Aldığımız / aldırdığımız her sağlıklı nefes bizim için tıp bayramıdır' diyen bütün meslektaşlarımın ve sağlık çalışanlarının Tıp Bayramını kutluyorum. Bu duygu ve düşüncelerle bütün meslektaşlarıma ve sağlıkçılara hayırlı, sağlıklı ve huzurlu bir ömür diliyorum.
Yüce Rabbimizin; 'sağlığımıza, vatanımıza, devletimize' zevâl vermemesi ve cümle sağlık personelini hıfz-ı emânına alması duâsıyla meslektaşlarıma âfiyet ve mutluluk içinde nice 14 Martlar diliyorum.
Yukarıda bir beyitini zikrettiğim Askerî Tabip Mehmet Esat (Işık) Paşa’ya cevâben kaleme aldığım, hekimlerin bugünkü yaşadığı dert ve sıkıntılar karşısında sitemkâr duygularımızı dile getirdiğim dizelerle hatm-i kelâm ediyorum:
Paşam artık dert çoğaldı, şimdiki dertler acâip,
Tabiplerin kıymeti yok, dudağa dil oldu rakip,
Şartlar ağır, devlet sağır; hastanede şiddet gâlip,
Hekimler hakir görülür, alın teri zâten garip,
Her söylenen kem söz ile kalpler ediliyor tahrip,
Yorgun savaşçılar artık yaşananlardan muzdarip,
Söyle Mehmet Esat Paşa, şimdi olur muydun tabip?