Aşağıdaki yazı;

“Başörtüsü”nün; “tarz” olduğu için değil, “farz” olduğu için takıldığı, bu uğurda pek çok bedeller ödenip, ‘şubatların yirmi dokuz çekmediği bir devirde’ yürek yakan nice çilelerin çekildiği, tesettürün içinin boşaltılıp bir bez parçasına ircâ edilmediği; hâl, hareket, giyiniş, tavır ve davranış îtibâriyle başörtüsünün hayânın mütemmim cüzü olduğu bir dönemde (25 yıl önce kasım 1997’de)   “müslüman bacılarımızın başörtüsü için verdiği şanlı mücâdele” üzerine kaleme alınmıştır.

“türban”ı “farz” olduğu için değil, “tarz” olduğu için takan; hâl, hareket, giyiniş, tavır ve davranış îtibâriyle hayâdan bîhaber olan “günümüz süslümanları” bu yazıdan vârestedir.

 

Derdimizin hazin hikâyesi bitmek bilmiyor bir türlü... Karanlıklar ufkumuzu sarmış, yaşamak

bir yangın yerinden arda kalan duman bulutu sanki... Fikir tezgâhında çile dokuyanlarla, çile girdâbında inancını yaşamak isteyenlerin ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü yerlerden bir yer... Üniversitelerimiz... “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[1] olan yine biz... Kalbini ve beynini midesinin emrine vermeyenlere, dinin emirlerini yaşamak isteyen insanlara modern Tâgutlarca revâ görülen haksızlıklar zinciri... İslâm’ın bir farzı olduğu için tesettür emrini yerine getirmeye çalışan ve başörtüsünü ‘inanç sancağı’ olarak takan kız öğrencilere eğitim kurumlarında uygulanan akıl almaz bir mezâlim… Üniversitelerde rektörler ve dekanlar mârifetiyle sık sık tezgâhlanan “naftalin kokulu” oyunlardan bıkkınlık veren bir bölüm... Bu “ilerici yasak” (?!); şimdilik “sakalı” bir “siyasal simge” olarak görmezken, mestûre öğrencilerin; ‘Biz başörtüsünü siyâsal simge olarak değil, inancımızın gereğini yerine getirmek için takıyoruz!’ demelerine rağmen; Câhiliye Dönemi’nin asrî versiyonlarınca  bu mazlum ve mâsum  kızlarımıza yapılan çağdaş (!) bir zulüm... 21. yüzyıla üç kala, “inanç hürriyeti” ve “eğitim hakkına” karşı uygulanan tahâkküm...

 

Şâir ne kadar da doğru söylemiş;

 

“Diller, sayfalar, satırlar;

‘Ebû Lehep öldü’ diyorlar:

Ebû Lehep ölmedi, yâ Muhammed;

Ebû Cehil, kıtalar dolaşıyor!”[2]

 

diyerek…

 

1982 yılından bu yana değişik şekillerde uygulanıp, gündemden hiç düşmeyen, on binlerce mağdurun oluşmasına yol açan bir yasak; “başörtüsü yasağı…” Başörtülü oldukları için kazandıkları fakültelere kayıtları yapılmayan, İlâhiyat Fakültelerine bile alınmayan, derslerden dışarı çıkartılan ve üniversitelerden atılan mazlumlar... 

 

Üniversite kapılarında mağdûriyetlerini, mazlûmiyetlerini ve mâsûmiyetlerini ‘vicdanı sağırlaşmış elitlere’ anlatmaya uğraşan inanç âbidelerinin verdiği çok meşakkatli ve çok çileli bir mücâdele.. 

 

Yaşadıkları dayanılmaz çileyi, uğradıkları haksızlıkları, mâruz kaldıkları zulmü ve içinde bulundukları durumun vahâmetini kamuoyuna anlatmak ve bu çağdışı yasağı protesto etmek için vakur bir şekilde oturma eylemi yapan maznunlar…

 

  Haksızlığa ve zulme uğramalarına rağmen yasalara karşı gelmeden “sivil itaatsizliğin” en güzel örneğini sergileyen, “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsiniz”[3] emr-i İlâhisine îmân eden mağdurlar...

 

Bu kış mevsiminde, zulmün dondurucu soğuğuna rağmen çiçek açan kardelenler...  Kalemimizle, kalbimizle ve duâlarımızla destekliyoruz sizi... Destekliyoruz haklı mücâdelenizi...

 

Biliyoruz ki, başörtüsü ‘yarım metrekarelik bir bez parçası değildir…’ Öyle olsaydı,  İstanbul Üniversitesi’nin o “koskoca” kapısından, şu “küçücük” başörtülerinin geçmesi gerekirdi... Hem de “din ve vicdan hürriyetini” teminat altına alan bir Anayasa varken...  Ve yine, İnsan Hakları Evrensel Beyânnâmesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin vazgeçilmez hükümleri arasında  “Eğitimin vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu”  vurgulanırken...

 

 Anayasamızın 42. Maddesi’nde, “Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz.” denilmesine,  eğitim hakkının engellenemeyeceğinin kesin olarak deklare edilmesine rağmen “Başörtüsü yasağı” en katı biçimiyle devam ediyor... Ve yine inanç özgürlüğünü vurgulayan; İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin 18. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. Maddelerinde; “Herkes düşünce, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile açık veya özel biçimde ibâdet, öğretim, uygulama ve tören yapmak sûretiyle tek başına ya da toplu olarak dînini ve inancını açıklama özgürlüğünü de kapsar” denilmesine rağmen... T.C.K.’nın 175. Maddesinde; “Hiç bir kimsenin dini inanç ve ibâdetlerinden dolayı aşağılanamayacağı, kınanamayacağı ve cezâlandırılamayacağı” şeklinde çok açık hükm bulunurken... Bir devlet kurumu olan Diyânet İşleri Başkanlığı’nın 3 Nisan 1993 tarihli fetvâsında; “Kadınlar, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dînen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek bir elbise (örtü) ile örtmeleri; başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları dînimizin, Kitap, Sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifâkı ile sâbit olan kesin emirdir. Müslümanların bu emirlere uymaları dînî bir vecîbedir.” denilirken...



[1] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400
[2] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 62-74
[3] Âl-i İmrân, 3/139