Kış mevsimi beni her zaman hüzünlendirmiştir. Aslına bakarsanız kış mevsimini çok severdim, ilk karın yağacağı günü sabırsızlıkla beklerdim. İşte Karacaoğlan’ın dediği gibi, incecikten bir kar yağsa, tozsa Elif Elif diye… Edebiyat derslerini çok sevmeye başlamadan önce, şiirde bahsedilen Elif’in genç bir kız olduğunu düşünüyordum. Oysaki incecikten yağan kar, Allah-u Teala’nın Allah isminin baş harfini, yani kar yağarken Allah adını zikrettiğinin işaretini taşıyordu. Karacaoğlan’ı ve bunun gibi edebi şaheserlere rastladığımda, iki dörtlük karalayıp kendini şair sananlara kızmamak mümkün değildi.
     Evet, en sonunda kasım ayı ortalarında ilk kar yağardı güzel memleketime, Bozok Yaylası’na. Havası sert, yiğidi mert Yozgat’ıma… Burnum kıpkırmızı, ellerim buz, iki belik örgülü saçım, siyah önlük beyaz yaka; eldivensiz, şapkasız, babaannemin ördüğü, aralarda top gibi deseni olan, o zamanların çok sevilen fıstık modeli hırkamla sümüğümü çeke çeke kendimi sokağa atardım. Benim için çok zevkli anlardı; çoğu şeyin farkında değildim ama evde en çok kullanılan iki cümleyi yaşım ilerledikçe anlamaya başladım: “yırtılan tüfekçi Bekir’in yakası” ve “ceplerim tırnak yarası oldu aşıkla”. Bu iki cümle, babam için kış mevsiminin o kadar da kolay geçmeyeceğinin, kartopu oynayıp, çamlıktan aşağı kızak kayıp kardan adam yapıp, Congoloz’u bekleyip mutlu olamayacağının göstergesiydi. Sahi, mutfak penceresinin önüne koyduğumuz turp muydu, Congoloz’u korkutan?
     Bazen düşünüyorum; 20. yüzyılda ne kadar ilkel ve zor şartlarda yaşamıştık. Büyüklerimiz siyaset yüzünden birbirlerini yiyor, o kadar ileri gidip birbirlerini öldürebilecek kadar gözlerini karartabiliyorlardı. Oysaki bizim sokaklar toprak, asfaltsız, çukur, delik deşikti ve sokağımıza hiçbir politikacı uğramamıştı. Hatta dünya üzerinde varlığımızdan haberleri bile yoktu. Evlerimizdeki siyah beyaz televizyonun karşısında oturup babaannemin tabiriyle 'acas' (ajans) dinlemek, dünya ile olan en modern ve tek bağımdı. Hiç kimse durumdan rahatsız olmuyor, olanla bir şekilde hayatını sürdürüyorlardı. Neden bu kadar siyaset peşinde koştuklarını halen anlamış değilim, vesselam.
     Tabii sosyal medya sayesinde Yozgat’ta refah içinde yaşamış, arabaları, atları, konakları olan, cicili bicili elbiseler giyen, Yozgat dışına eğitime gönderilen, kayak kursuna gidip Çamlık’ta kayak yapan, gazinoda dans eden Yozgatlı büyüklerimizle de uzun süre sonra tanışmak nasip oldu, çok şükür! Sosyal medyaya en azından bunun için teşekkür etmek lazım.
     Çocukluğumun geçtiği mahallede, namıdiğer Eskipazar Mahallesi, asfaltla hiç tanışmadık. Kış geldiğinde odun kömür alacak parası olmayan, teneke sobaya iki odun atacak gücü olmayan dul kadınlar, öksüz yetim çocuklar vardı. Hepsi kel kafalı, saçları sıfıra vurulmuş, hepsi eldivensiz, hepsi şapkasız; ayaklarında soğuktan çatlamış ayakkabıları olan, sümükleri dudak ve burun arasında donmuş şekilde yeşilimsi hortuhlu çocuklardı hepsi. Evet, yanlış duymadınız; mahalle arasında sümüğü akan çocuğa hortuhlu deniyordu.
     En çok merak ettiğim o soğuk günlerde, gökyüzünden kar ile yağmur arası yağan şey vardı. Onun tam ismini bulamadım; ne kar ne de yağmur… Çiselemek olsa gerek galiba. Böyle bir havada, o asfaltsız, delik deşik sokaklarda, tekerlekleri çukura giren, atların ayağı kırılan, sokakta dönüş imkânı olmadığından atına “geri bas, geri bas” diyerek en az bir kilometre geriye gitmek zorunda kalan, üzerinde kir pas içindeki sakosu, başında kasketi, ağzında Bafra sigarası ile bu kadar zor şartlara göğüs gererek ekmek parası kazanan at arabacı emmilerin evine gittiğinde ısınabilecek odunu kömürü var mıydı ve ısınıyor muydu? Bunu merak etmiyorum. Çünkü at arabacı Osman abinin hiç ısınmadığını, komşu yardımıyla ayakta kaldığını çok iyi biliyorum. Şu an gözlerim doldu, burnumun direği sızladı, çünkü bir an gözümün önüne o günler geldi. O soğuğun altında, üzerine yağan kara ve soğuğa aldırmadan evlere odun, kömür taşıyan at arabacı emmiler, bir an ciğerimi yaktınız… Hayatta değilsiniz artık. Minik bedenim ve yüreğim anlayamazdı, çok zor durumdaydınız. Allah rahmet etsin, mekânınız cennet olsun.
     İşin en kötü tarafı da bütün mahallenin çocukları toplanıp at arabacı emmilerin peşinden koşup “At arabacı emmi, kedi boku yen mi” diye bağırıyorduk. Umarım çocuk olduğumuzun farkındaydılar ve bizi affetmişlerdir. Onlardan özür diliyorum.