12 Mart 1997 günü Hakk’a yürüyen Gâlip Erdem Ağabeyimizi;  

rahmetle anıyor, hasretle arıyor ve aziz hâtırasını hürmetle yâd ediyoruz... 

  Şeyh Edebâli’nin dediği gibi “İnsanlar vardır, şafak vakti doğup, akşam ezânında ölürler...”  Kendilerine tahsis edilen ömrü tamamladıktan sonra, bu fânî dünyadan göç edip, bâkî âleme vâsıl olurlar... Bu insanların büyük çoğunluğu, hayata ve topluma dâir önemli izler bırak/a/madıkları için geceye misafir olan akşamla birlikte unutulup giderler. Bir kısım insan da vardır ki; yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihe, topluma ve insanlığın hafızasına derin izler bırakır; geceye karışıp gitmez, nisyana terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayatiyetini devam ettirir, hatırlanır, aranır ve yâd edilirler...

 Onlar, mukaddes inançların, büyük dâvâların, ulvî hedeflerin ve soylu mefkûrelerin müntesibi olup, bu yüce değerlerin gölgesinde şekillenen eşsiz bir mücâdelenin, tâvizsiz bir tavrın ve şâhikalaşmış bir şahsiyetin sahibi olan müstesnâ kimselerdir. Onlar, hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, çizgilerinde aslâ kırıklık olmayan, etrafı birer meşâle gibi aydınlatan, yollara ışık serpen, toplumlara hedef ve istikâmet veren, pek çok nesle örnek olabilmeyi başarabilen âbide şahsiyetlerdir...

İşte Rahmetli Gâlip Erdem ağabeyimiz de bu âbide şahsiyetlerden birisiydi. O,  îman ve inancı, ilim ve kültürü, kararlılık ve cesâreti, ahlâk ve fazileti, tevâzûu ve vefâsı, tavır ve duruşu, ferâgat ve hasbîliğiyle nesiller boyu anlatılması gereken ve mutlaka anlatılacak olan örnek bir davâ adamıydı. Gâlip Erdem, gençliğe yeni ufuklar açan bir mütefekkir, gelecek nesillere idealizm aşılayan bir gönül eriydi... Gâlip Erdem, Türk milliyetçilik tarihine ve bütün ülkücülerin kalbine altın harflerle yazılan rütbesiz bir mareşaldi...

***

Gâlip Erdem, Rize’nin Fındıklı ilçesinde 10 Mart 1930’da dünyaya gelir. İlkokulu, 11 Mart İlkokulu’nda bitirir; ortaokulu, nahiye müdürü olan babasının memuriyeti dolayısıyla Bitlis ve Siirt illerinde tamamlar. 1949 yılında Erzurum Lisesi’nden pekiyi derece ile diploma alır. 1951 yılında yedek subay olarak askere gider ve 1952 Ekim’inde terhis olur. Çeşitli memuriyet görevlerinde bulunur ama bu görevlerde uzun süre çalışmaz. Gâlip Erdem’in hayat tarzıyla memuriyetin mesâi kavramı hiç uyuşmadığı için bu vazifeleri kısa sürede bırakır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olur. 1958-1960 yılları arasında Türk Yurdu Dergisi’nin Genel Yayın Müdürlüğü görevini yürütür. 1961 yılında Tercüman Gazetesi’nde yazarlık yapar. Bilahare Yeni İstanbul gazetesine geçer. 1963 yılında İzmir’de avukatlık stajını tamamlar. Çok çeşitli kurumlarda müşavir ve danışmanlık görevlerinde bulunur.

Bizim Anadolu, Ortadoğu, Hergün gibi günlük gazetelerde ve başta Devlet, Töre, Bozkurt, Ocak, Ülkücü Kadro, Yeni Sözcü, Millî Eğitim ve Kültür vs. başta olmak üzere ülkücü hareketin çıkardığı bütün dergilerde; Gâlip Erdem, Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin, Mehmet Rasim ve Aptâlî isimleriyle fıkralar ve makaleler yazdı. 1982 yılında emekli oldu ve “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı”nda avukatlık yaptı. “O Güzel İnsan”, 12 Mart 1997 Çarşamba gecesi saat 22.10’da Ankara Gâzi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde bütün ülkücüleri gözü yaşlı bırakarak  “Soylu atlara binip”  ebedî âleme gitti. Cenazesi 14 Mart 1997 Cuma günü öğleyin Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Cebeci Asrî Mezarlığı’nda toprağa verildi... Gâlip Erdem’in yayınlanmış eserleri: Ülkücünün Çilesi, Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar, Suçlamalar (iki cilt) ve Mektuplar’dır... Kitap haline gelmemiş yüzlerce yazısı, yayınlanmamış altmışa yakın şiiri vardır.

* * *

Rahmetli Gâlip Erdem,  “67 yıllık hayatına 500 senelik bir ömür sığdıran” sıra dışı bir insandı. Kültürü, vefası, müsâmahası, fedakârlılığı, feraseti, inancı, milletine olan güveni, tavizsiz ülkücülük anlayışı, kıvrak zekâsı, nüktedanlığı ve hazır cevaplığıyla Gâlip Erdem, nev’i şahsına münhasır farklı bir insandı. O, “Herkes ölür ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz” sözünü hayatıyla ispatlamış bizim “Cesur Yüreğimizdi.”  O, hayatı normal ölçülerde yaşamadı; normali aşan her şey vardı onun hayatında... O, ülküsü için şahsî hayatını hiçe saydığı, inandığı değerler için yaşadığı, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiği, kendini unutup milletini hiç aklından çıkarmadığı için “unutulmazlar” arasına girmiş örnek bir Türk milliyetçisiydi. O’nun gönlünde süflî sevdâlar aslâ yer bulamadı. O, basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideallerini hiç unutmadı. O, kalbini ve beynini hiç bir zaman midesinin emrine vermedi.. O, kimliğini ve kişiliğini inkâr etmeden, eğilmeden, bükülmeden, inançlarına gölge düşürmeden, üç günlük dünya için bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmadan da idealist bir hayat yaşanabileceğini cümle âleme gösterdi.

Gâlip Erdem 13 Ağustos 1961 tarihli Tercüman Gazetesi’nde kaleme aldığı “Ülkücünün Çilesi” adlı makalesinde: “... Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daima bir mücadele içinde ömür tüketirler..  ...Ülkücü, dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma-bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlamaz.” diyerek anlattığı ülkücü çileyi bir ömür boyu çekmiş, hiç yılmamış, hiç taviz vermemiş, çizgisinde kırıklık bulunmamış, “lâf ile dünyaya nizamat” vermemiş, “hânesinde bin türlü teseyyüp”  bulundurmamış ve dünya malına tenezzül etmediği için ne bir banka hesabına, ne de bir tapu senedine sahip olmamıştı.

“Bülbülün kırk türküsü vardır, kırkı da gül üstüne derler”  ya, onun da bütün türküleri ülkü ve ülkücülük üzerine idi. Kimi zaman onlardan “Beşiktaşlı” diye bahseder, kimi zaman “Haskul”lardan söz eder, kimi zaman  “Akyuvarların Hikâyesinde” onları anlatır, kimi zaman da “Biri Elma, Biri Armut, Biri Muz” diye hep ülkücü camianın dertlerini, meselelerini, inançlarını, çilelerini ve çözüm yollarını dile getirirdi...

İşte bu sebeplerden dolayı “Delikanlı Ülkücülerin” birkaç kuşağı Gâlip Erdem’e ayrı bir muhabbet besledi, müstesnâ bir sevgi duydu ve onu hep ağabey bildiler. Gerçekten de o, bütün ülkücülerin hep “Gâlip Abi”si oldu. O, doğuştan ağabey yaratılan insanlardandı. Gâlip Erdem, ağabeylik sıfatını bi-hakkın yerine getirmiş, en kâmil mânâsıyla temsil etmiş bir davâ adamıydı. Aynı yaştakiler, hatta büyükler bile ona ağabey derdi. Çünkü Gâlip Erdem Ağabeyimiz, kocaman yüreğinin bir yerinde her ülkücü için ayrı bir mekan ayıran bir  müstesna ve mükemmel bir ağabeydi. O, yalnızlığın asâletini kendi içinde yaşayan, ama yüzbinlerce seveni olan muzdarip bahtiyarlardandı.

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, 12 Ağustos 1963’te Nürnberg’ten yazdığı bir mektupta Gâlip Erdem’e “Gâlib-üz zaman” diye hitap eder. Bu mektubunda; “..Saltanatsız bir çınar ağacının dibinde senin Dede-Korkut’dan olduğunu ayân-beyân gördüm. Onun kişilerindensin. Anlı-şanlı o tâifedensin. Kutlu, sırlı sözler dağıtırsın. Esrarlı bir çeşmesin. Sözü muhkem söylersin. Özden söylersin. Bir ibâdet vecdi içinde, bir sema şevki içinde kelâm eylersin. Gönülden, kelâmdan yana cömertsin. Sehâ sende mazhârını bulmuştur. Allah, Peygamber-i Ekberi, İmâmeyni Muhteremeyni yüzü suyu hürmetine seni esirgeyip hıfzeyleye. Himâyet ve siyânet buyura...”  sözleriyle duygularını satırlara dökmüş, rütbesiz bir mareşal olan Gâlip Erdem hakkında çok isâbetli tespitlerde bulunmuştur.

 Gerçekten de o bir gönül adamıydı, bir kelâm ustasıydı, bir kalem ehliydi, bir nükte hazinesiydi. Asırlar öncesinden günümüze hitabeden, soy soylayan-boy boylayan bir Dede-Korkut, inandığı değerlerin çilesine talip olan bir Osmanlı Çelebisi, serhat boylarında at koştururken yolu Ankara’ya düşmüş bir akıncı beyiydi. O, fikir tezgâhında devamlı çile dokuyan ve çile girdâbında hiç şikâyet etmeden ülküsünü yaşayan idealizmin son efsânesiydi. Ülkücü hareket için mesai harcamak, fikir çilesi çekmek, düşünmek, konuşmak, yazmak onun için çok önemli bir görev, ihmâli mümkün olmayan bir vazifeydi. Bu sebeple bizim çıkardığımız bütün gazete ve dergiler, mutlaka Gâlip Abi’nin kalemiyle müşerref olur ve yayınlarımız onun yazılarıyla irtifâ kazanırdı...

Gâlip Erdem, çok genç yaşında Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi olan Tercüman’da köşe sahibi olmuş ve başyazarlık yapmıştı. Kısa sürede ismini geniş kitlelere duyurdu. Yazarlık felsefesini 1.1.1961 tarihli Tecüman’daki yazısında. “..İnandıklarımın hepsini yazamayacağım, ama  inanmadığım hiç bir şeyi de aslâ yazmayacağım..” demişti. Hayatı boyunca hep bu temel ilkesine ve hayat felsefesi olan ülküsüne her zaman bağlı kalmış, onlara aslâ ihânet etmemiş ve inançlarından hiçbir zaman taviz vermemişti. Türkçe’ye çok hakim ve anlatım mahâreti çok kuvvetli bir yazardı. Hemen bütün yazılarında; güçlü anlatım ve lirik bir üslûbun yanında, hafif bir alay, ironi, taşlama ve korkusuz bir edâ vardı...  Yazıları zevkle okunurdu.  Kalemi, en güçlü silahıydı. Türkçe onun kaleminde çifte su verilmiş çelik kılıç gibiydi. Kalemini kılıç gibi kullanmasına rağmen,  “yazma orucu” tutar, bazen de “söz perhizine” girerdi. 

Gâlip Erdem, zayıf, çelimsiz ve öne doğru hafif kamburdu. O’nun sîmasında hastalıklı bir yüz yapısı vardı. O,  “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü tedâvülden kaldıran insanlardan biriydi. Vücudu çok sağlam değildi, ama kafası çok sağlam, muhakemesi çok güçlü, hafızası kuvvetli, yorum kabiliyeti olağanüstü olan ve pek çok sahaya vukûfiyeti bulunan bir “ayaklı kütüphane”ydi. Gâlip Erdem’in cesâmetiyle mütenasip olmayan bir cesâreti vardı. Köroğlu cesâretiyle yaşamasına ve yazmasına rağmen, üfürülse uçacak 45 kiloluk bir insandı. Hâlim selim yapısına, çelimsiz bedenine rağmen çatal yürekli bir dava adamıydı. Cesaretini inancından ve çok sağlam fikir yapısından alıyordu. O’nun hiç kimseye eyvallahı yoktu. Hiç kimsenin önünde eğilmedi. O bizim “Küçük Dev Adam”larımızdan, “Atom Karınca”larımızdan birisiydi. O, yumruk kadar yüreğinde dağ gibi bir îman taşıyan bir ülkü deviydi...  O; en zor şartlarda bile hep “adam gibi bir adam”dı…  O, hiçbir dönemde; yılmadı, yıkılmadı, yorulmadı, korkmadı, ürkmedi, eğilmedi, her şartta ve her zaman; önce “adam”, sonra “dâvâ adamı” olmayı bildi. 12 Eylül döneminde en cesur yazıları o yazdı...  O, bizim en “cesur yüreğimizdi...”

Kolay günlerin, rahat dönemlerin tatlı su milliyetçisi değildi. Fuzûlî’nin;

 “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn

Dert çok, hem-dert yok, düşman kâvî, tâli zebûn”

diye ifâde ettiği dar zamanlarda vârolan bir yiğit insandı. “Erlik darlıkta belli olur” diyenlerdendi... O, inancı uğruna her türlü fedâkarlığı göze alır ve hiçbir hesabı olmadan dardaki her ülkücünün yardımına koşardı. Bizim neslimiz için 12 Eylül bir mîlattı, bir mikyastı, bir mihenkti. Bu zor dönemde 12 Eylül mihengine vurulan ve  “yüzü-gözü krem çıkan”  bazı dâvâ adamlarının (!) ayar düşüklüğü ortaya çıkarken, Gâlip ağabeyin 24 ayar altın olduğu bir kere daha herkes tarafından görülmüştü. O; Türk milliyetçilerinin bu zor döneminde her işi bir yana bırakmış, eski defterleri kapatmış, “Zaman erlik zamanıdır, dünkü küskünlükleri bir yana bırakmak ve birlik olma zamanıdır” demiş, kendisine “hain” diyenleri de savunmak için yıllar önce çıkarıp sandığa koyduğu avukat cübbesini yeniden giymiş, haksız yere zindanlara atılan, akıl almaz işkencelere maruz kalan “darbezede” ülkücülerin yardımına koşmuştu. Bir yandan avukat sıfatıyla davalara giriyor, bir yandan oluşturulan hukuk bürosunda diğer avukat arkadaşlarına yol gösteriyor, bir yandan da bahtsız ülkücülere ve ailelerine o meşhur “Mektupları” götürüyordu.  Mamak’taki ülkücülere göndermek için topladığı paralara o “Mektup” adını vermiş ve bu mektupları değişik isimlerle cezaevlerine göndermişti. Rahmetli, ülkücülük söz konusu olunca sevmek fiilini; diline tespih edenlerden değil, hayatıyla çekenlerdendi. Mamak mağdurları için emekli olan, emekli ikramiyesini bu uğurda harcayan, 5-6 yıl hiç aksatmadan haftalık 2 duruşma ve 2 ziyaret için düzenli olarak Mamak’a taşınan ve emsâli olmayan bir kahramandı.  Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı, çâresizliği ve ihaneti belki de en fazla o yaşadı, fakat ne Yusufiyeli ülkücüleri, ne de ailelerini boynu bükük bırakmadı. 12 Eylül’de nice büyük görünen bazı insanların esâmesi okunmazken, Gâlip Ağabey; Konsey üyelerine çok riskli mektuplar yazdı... “Mamak’ta darağacına çekilmek istenen kişiler değil, Türk Milliyetçiliğidir”  diyordu... Kendisi için hiç yaşamadı, hep başkaları için, hep ülkücüler için yaşadı... Hasbîliğin canlı bir timsâli idi. Bilenler çok iyi bilir ki, Gâlip Erdem’in o dönemde yaptığı yiğitlikleri, yardımları, kadirbilirliği anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır... Eskilerin; “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir.” diye bir sözü vardır... Her şey bir tarafa Gâlip Abi’nin 12 Eylül’de verdiği mücâdelenin zekâtı bile onu hayırla yâdetmeye yeter de artar bile... Bu sebeple, 12 Eylül denilince ülkücülerin hep akıllarına Gâlip Erdem gelir ve bu erdem âbidesinin kalbimizdeki müstesnâ yerini ve sevgisini kelimelere sığdırmak aslâ mümkün değildir...  

Gâlip Erdem, dünyaya ve olaylara filozof gözüyle bakardı. Hayatı her türlü kural ve kayıttan münezzeh tutmayı temel düstur edinmişti. Özellikle zamana, zaman dayalı sınırlamalara ve düzenlemelere kendisini hiç bağlı hissetmezdi. Geceleri, sabahlara kadar okuyarak geçiren bir kitap kurduydu. Gündüzleri ise çoğunlukla uykuya hasrederdi. Bu sebeple gündüz çalışılan ve zamana bağlı olan işleri bırakmış, avukatlık ve memurluk yapamamış, hep yazarlık ve müşâvirlik görevlerini üslenmişti. Dağınık yaşardı, pejmürde giyinirdi, üç-dört günlük sakalla gezerdi... Elbisesi hiç ütülü olmazdı… O zaten kendi ifâdesiyle; “Bekârlar tekkesinin bir garip Gâlibî şeyhiydi.” Fikir, his, mefkûre dünyamızı düzenleyen, ülkü, ahlâk ve siyâsî tercihlerimizi belirleyen bir “şeyh”ti. Dünya işlerini, evini, üstünü başını kendisini sevenler tanzîm ederdi.  “Bizim tarikat, şeyhi ıslah tarikatı. Her tarikat, müridi ıslah için kurulur; Gâlibî tarikatı da beni ıslah için kurulmuştur.” derdi...  Gâlip Erdem, paraya hiç önem vermez, akçalı işleri sevmez ve maddeye hiç eyvallah etmezdi. “Maddecilerin en ustası olmaktansa, bir ömür boyu Ülkü erlerinin peşinden gitmeyi, hatta ifâdemi mazur görünüz hep çırak kalmayı tercih ederim.” diye yazan tariflere sığmayan bir gani gönlün sahibiydi. Dünya malına îtibar etmedi, maddeye hiç önem vermedi. Elindeki üç beş kuruşu fakir ve ihtiyaç sahibi ülkücülere dağıttığı için hep maddi sıkıntı çekti, hiç iki yakası bir araya gelmedi…  Dünyanın bir tek çöpünde gözü olmadı… “Fenafilhalk olmadan, fenafilhak olunmaz” felsefesinin müntesibiydi. Gâlip Erdem,  kıvrak bir zekâ ürünü olan nükteleri, müthiş hafızası, engin hoşgörüsü ve çelebi tavırlarıyla hepimizin gönlünden taht kurmuştu.  Rahmetli çayı çok sever, sigarayı ağzından düşürmez, meşrubat olarak Pepsi içerdi. Doktorlarla pek arası yoktu. Ya; “Biraz sabırlı olursak doktora lüzum kalmaz!” der, ya da “okunmuş hap” dediği ilaçlardan ne bulursa içerdi. Hep böbrek taşı düşürür, çok sancı çekerdi. Zaten onun ömrü hep sancı içinde değil miydi? Emine Işınsu’nun “Sancı” romanında anlatılan fikir çilesini ve dâvâ sancısını en fazla çekenlerin başında o gelmez miydi? 

 Çok farklı bir bakış açısı vardı ve hadiseleri kendine has üslûbuyla, orijinal bir biçimde yorumlardı. Ona göre milliyetçilik  “mensûbiyet şuuru”  diye tarif edilen ve taviz verilmemesi gereken bir vakardı. Ülkücü çilesi daha lise yıllarında başlamış ve ilk “Tûran Seferi”ne Erzurum Lisesi öğrencisiyken çıkmıştı. “Kürşad’ın kırk çerisinden birisi” olmak için trenle Van’a gitmiş, oradan Ötüken’e yol bulmak için gayret göstermiş, Orta Asya’ya nasıl gidileceğinin yollarını aramıştı. Derdini kimselere anlatamasa da, “Van civarında Ötüken ve Orta Asya diye bir yerleşim yeri yok!” denilse de; o, Tûran denen bu kutlu yola,  “bir mehâbetin zirvesine”  baş koymuş, “Pars Abi’sine ayıp olmasın” diye Almıla’ya gizli gizli sevdâlanmıştı...

Yüreğinde Türk Dünyası’nın ayrı bir yeri vardı. Hayattaki en büyük mutluluğu, Sovyetlerin parçalanması ve Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığına kavuşmasını görmesiydi... Esir Türk illerinin hürriyet mücadelesini ülküsüne tuğ yapan,  “Yaslı yaralı Türklerin”  derdine derman olmak, kurtuluşuna ferman bulmak için bir ömür vakfeden Gâlip Erdem’e  -lise yıllarında niyetlenip Van üzerinden gitmek istediği-  “Hacc-ı Turan”ı ifâ etmek 50 yıl sonra nasip olmuştu. Ata yurduyla hasret gidermek ve Türk Dünyası’nın bağımsızlığa kavuştuğunu görmek; bütün ülkücüler gibi Gâlip Abi’ye de kelimelerin ifâdede yetersiz kalacağı çok büyük bir saadet yaşatmıştı...  24 Kasım 1969 tarihinde kaleme aldığı ve: “Bana hayalperest diyorlar... Aptallar... Hayâl kurmasını bilmeyenlerin insan değil, ancak eşek olabileceklerinden haberleri bile yok…”  diye biten “Bakü Geceleri” isimli yazısında; Kafkaslardan esen yellerin Turan ufuklarını bir lâle bahçesine çevireceğine, Uluğ Türkistan’ın semâlarında mübârek bayraklarımızın dalgalandıracağına yıllar öncesinden işâret etmişti.

Rahmetli Gâlip Erdem, sohbet ve konferanslarında vermek istediği mesajları, anlatmak istediği meseleleri yumuşak tonda ve tatlı bir üslûpla anlatırdı. Sesi görüntüsüne tezat teşkil edecek derecede kalın ve etkileyiciydi. Tavır koymasını çok iyi bilir, hiç kimseden lafını çekmezdi. Tâvizsiz bir dâvâ adamı ve gerçek bir Türk münevveriydi. O, mevsimlik idealist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr, fason dâvâ adamı ve rozeti yüreğinden büyük olan insanlardan değildi. O ismiyle müsemmaydı... O bir Erdem şahikasıydı.  O, günümüzün Dede Korkut’uydu. Bir ülkü, bir vefa, bir dava, bir inanç adamıydı. Son yıllarda sıkça söylediği bir sözü vardı ki, yarım asırlık milliyetçilik serencâmımızı bir cümlede özetlemiş; “Türk milliyetçiliğinin temel meselesi, Türk milliyetçileridir!..” diyerek müthiş bir teşhis ve tespitte bulunmuştu...

Gâlip Erdem 67 yıllık hayatında; makamı, parayı, şöhreti ve serveti umursamamış, şahsî ideallerin değil, hep millî mefkûrelerin peşinde koşmuş,  “günün adamı olma” yerine “tarihin ve milletin hayırla yâdettiği insan olma”  cehtini göstermiş, ömür boyu alnı ak, sevdası Hakk olmuş örnek bir Türk milliyetçisiydi.1959 yılındaki bir makâlesinde kendisini: “Millet gerçeğine inanmış, milliyetçilik ülküsüne yüreğini kaptırmıştı… Hâlâ o eskisi gibidir, hiç değişmedi...” diye ifâde ediyordu. 1961 yılındaki bir başka yazısında ise; “İnsan vardır kendini dünyanın mihveri sanır; insan vardır kendini aşan bir büyük gâyenin vasıtası olduğuna inanır... Ben inananlardanım...” Ömür boyu hiç değişmeyen ve her zaman inançlı olan ve son nefesine kadar “kâmil bir ülkücü” olarak kalan Gâlip ağabeyimizi; rahmet, minnet, hürmet ve eksilmeyen bir muhabbetle anıyor, hasretle arıyoruz. Hakk’a yalvardığı Bayram Duası yazısında: “..Allah’ım hırsımızı yenmenin yollarını öğret bize. Birbirimizi sevmenin, çilekeşliğimizi düşünmenin, muhtaçlarımızı hatırlamanın yollarını öğret. Sana ve milletimize lâyık insanlar olalım. Önce Hakk’a, sonra da halka hizmet etmesini bilelim. Bize ‘Büyük cihad’ın yollarını göster. Nefsimizi yenmenin sırlarını bildir, iyi görünmenin yetmediğini anlat bize, iyi olmanın şerefini öğret... Allah’ım, vefâyı öğret bize, fazîleti öğret, inanmanın büyüklüğünü anlayacak bir idrâk ver bize... Sevmeyi öğret bizlere...” diyordu... 

Biz rahmetli Gâlip Ağabeyimizi hep hayırla yâd ediyor, onun; inancına, vefâsına, fazîletine, sevgisine, nefsini yendiğine ülkücüler olarak şahâdet ediyoruz... Son elli yılda çok alpler, çok erenler yetişti ama bir tek Dede Korkut’umuz oldu, o da Gâlip Erdem ağabeyimizdi… Gâlip Ağabeyimizin; âbide şahsiyeti, ideâlist zihniyeti, erbâb-ı kalem olması,  üstün cesâreti, vefâsındaki asâleti, mücadele azmi, zulme direnişi,  fedâkârlığı, yiğitliği; “Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmaması”,  her zaman Hakk’ın yanında yer alması, dünyevi menfaatler için eğilmemesi,  inancından asla taviz vermemesi, ülkücülüğünden en olumsuz şartlarda bile geri adım atmaması bize ve gelecek nesillere örnek olmalıdır. 1984 yılında yayınlanan Mektuplar kitabında; “Allah’ınıza, milletinize, tarihinize hesap verebildikten sonra ötesine hiç aldırmayın…”  diyen Gâlip Erdem ağabeyimizi; Cenâb-ı Allah rahmet ve mağfiretiyle, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in şefkat ve şefâatiyle perde-pûş eylesin…

 Gâlip ağabeyimiz hepimizden alacaklı gitti… Onun hakkını bizler nasıl öderiz? Fâtiha’sı ve Yâsîn’i, o çok sevdiği ülkücüler tarafından hiç ama hiç eksik edilmesin... 

Allah (c.c.) kandım diyene kadar rahmet eylesin...

Rûhu şâd, mekânı Cennet, makâmı âli olsun... Âmin... Âmin...  Yâ Muîn…

Cümle şühedâ ve Gâlip Erdem Ağabeyimiz için el-Fâtiha…      

Dr. Mehmet GÜNEŞ

(Türk Yurdu Dergisi - Nisan 2003, Sayı:188)