Bir başlangıç için her zaman bir sebep bulunabilirdi. Tanrı, bilinmek istemişti mesela.
Aslında bir şeye sebep olamayacak olan her şey algılarımızın, duyargalarımızın o şeyi sebep olarak gördüğü nispette sebep sayılabilirdi. Dışımızdaki dünya ile irtibatımız içimizden geldiği gibidir.Karar verme süreci beynimizdeki nöronların sinapslar sayesinde kimyasal alışverişleriyle tamamlanmaktadır. Sezgi dediğimiz neredeyse her şey,aslında hızına yetişemediğimiz ve geriye dönerek bağlantı kurmakta güçlük çektiğimiz, beynimizin saniyenin onda birinden daha kısa zamanda algıladıkları üzerinden neden-sonuç ilişkisi kurmasıyla mümkün olmaktadır. İlginçtir, insan aklıyla izah edemediği her şeyi metafizik bir alana taşır. Her şey akılla izah edilemez elbette. Bazen, sadece inanmak gerekir.
Gördüğümüz, duyduğumuz, algıladığımız her şey içimizde var olanın dışarıya projekte edilmesinden ibarettir. Olaylara, eylemlere, durumlara verdiğimiz tepkiler onlara yüklediğimiz anlamdan kaynaklanmaktadır. İnançlarımız, gözümüze taktığımız ve fizik ya da metafizik nesneleri -ötekine göre- olduğundan daha farklı algılamamızı sağlayan gözlükler gibidir. Gözlük camının kalınlığı ve koyuluğu ile gördüğümüz şeylerin tekdüzeliği senkron haldedir.
İnsanın var olduğundan beridir dil, din ve zanaatla ilgilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Dili olmayan, dini ve zanaatı olmayan yeryüzünde tarihi süreç içerisinde bir insan topluluğuna rastlamak mümkün değildir. Her inanç, bir takım ritüellerle ve yaşamı kolaylaştıran rutinlerle bezenip bir forma bürününce yeterli taraftar topluluğuna da kavuşunca din olma potansiyeline sahiptir. Dilin, dinin ve zanaatın harmanlanmasıyla kültür, kültürün kurumsallaşmasıyla yani devletleşmesiyle de medeniyetlerin meydana geldiği bilinmektedir. Dolayısıyla kültüre sahip olmayan bir insan topluluğuna rastlamak da mümkün değildir.
Bu cümleden olarak bilginin ve inancın tarihi insanın tarihiyle paraleldir. Dilin bilgisiyle konuşan ve iletişim kuran insan, zanaatın bilgisiyle yaşamını idame edebilmiştir. Devlet kurmanın bilgisiyle devlet kuran insan, sahip olduğu kültürü kurumsallaştırarak medeniyet mesabesine taşıyabilmiştir.
Zanaat ve dilden büyük ölçüde farklı olarak din, hem var olan bilgiyi bir forma sokup insanın algısına tesir etmekte, hem de bir bilginin üzerine kurulmaktadır. Bilmediği, bilgi düzeyinde ilişki kurmadığı dolayısıyla içinden bir anlam izafe etmediği bir şeyle inanç bağlamında ilişki kurmak mümkün görünmemektedir.
Yani inanılacak şeye dair içimizde bir verinin a priori olarak var olması elzemdir. İçimizde inanılacak şeye dair bir verinin var olabilmesi için de dışarıdan içeriye bilgi düzleminde bir veri girişinin olması gerekmektedir. Hasılı inançla formel bilgi arasında neredeyse aklın ötesine geçen derin bir ilişki vardır.
13.7 milyar yaşında olduğu değerlendirilen evrenin varoluş sürecinde toz zerresinden daha küçük bir canlı türünün kendini tüm evrenle ilgili karar verme mesabesinde görmesi bir bilginin ve inancın uzantısıdır. Evrenin var oluşunu 24 saatlik bir zaman dilimi olarak tasvir ettiğimizde; 4.5 milyar yaşındaki Güneş sistemi öğleden sonra var olacak, akşama doğru yaşam/canlılık yeryüzünde önce suda başlayacak, dinozorlar muhtemelen saat 18:00’de var olup 18:30’da yok olacak, hasılı bildiğini bilen insan 23:55’de var olacak ve 23:59’un son saniyelerinde sanayi devrimiyle başlayan bilimsel, teknolojik, sanayi alanındaki “ilerlemeler” ve insanın aklıyla üstün olduğuna dair düşüncesi söz konusu olacaktır. Bu teşbihten anlaşılacağı üzere evrenin yaratım sürecinin son saniyelerinde var olan modern insan koca bir evrene hükmetme iddiasındadır. Tam burada formel bilgiyle matematiksel olarak acziyeti ve güçsüzlüğü sabit olan insanın bilgisiyle inancının bağlantısı kopmaktadır. Yani bu tabloda inancı bilgi, bilgiyi inanç olarak harmanlayan ve bilginin uzantısı olmakla beraber daha aşkın bir konumda olan inancıyla var olan insanın, bilgisinin uzantısı olamayacak, mümkün ve makul olmayan bir inanca sahip olduğunun vahameti apaçık ortada değil midir?
Her varlığın kendi düzleminde milyonlarca yıllık bir döngüsü ve bu döngünün tüm hücrelerine işlediği bir hafızası vardı. Doğada gördüğümüz ağaçtan hayvana, mantardan bitkiye, taşa, toprağa kadar her varlık belleğinin kendisine sunduğu en mümkün ve makul yaşam olanağına sahip olmaya çabalıyordu. Ve ne hazindir ki üstünlük iddiasındaki insan, tarihi hafızaya ve varlık belleğine üstünlüğüne alamet saydığı aklını kullanarak sırtını dönebiliyor; inançlarıyla da bu durumu berkitebiliyordu..
Başlangıç için her zaman bir sebep bulunabilirdi fakat; doğru yer, doğru zaman, doğru sebep ve doğruya karar verebilmek için ve bütün bu kavramlardan “ortak iyiyi” anlayabilmek için sanırım başlangıç noktasına geri dönmeliydik!