Çocukken vazgeçmişti çok soru sormaktan. “Aynı soruyu yüz kere sorma” demişlerdi çok şey bildiklerini sandığı, daha sonraları çok şey bilmediklerini çok üzülerek öğrendiği ama hep çok şey bilsinler istediği büyükleri. Hiç soru sormadı, soramadı. O’nun bütün soruları aynıydı çünkü.

Soru sormayınca sorular biter miydi peki?  En çaresiz olduğu zamanlarda daha çok yönelmez miydi insan içine? O zamanlar heybesinde ne var ne yok diye bakar, bir şeylere tutunmaya çalışırdı hep. Hayatta kalmak, varlığa gelen her canlının içgüdüsel bir yönelimiydi. Sorularına yanıt bulamamak; mağarasına, kendi kuytusuna çekerdi insanı. Çocukluktan beridir alışıktı içine dönmeye, kabuğuna çekilmeye.

“Burada çocukların büyümeye zamanları olmaz; ya okula giderken ya sokak ortasında ya da hastane bahçesinde bir kurşuna hedef olurlar” sözünü yeryüzünün hiç bir acısı tartamazdı. Hele bunu söyleyen 10 yaşındaki bir çocuksa! Yaşanan hiç bir çocukluk travması bununla mukayese edilemezdi. Annesini kaybeden bir çocuğun, annesine benzeyen bir kadının peşinden koşup ağlaması hangi ilgisizlikle, hangi mahrumiyetle, hangi çaresizlikle kıyaslanabilirdi ki?

Her insanın kendine göre bir tabiatı, içine üflenen tanrı parçacığının dışındaki her şeyle bütünleşerek ortaya çıkardığı bir kabiliyeti vardı. Her insan apayrı özelliklere, apayrı dünyalara sahipti. Herkesten aynı şeyi beklemek, herkesin aynı şekilde eylemde bulunmasını kendisinden beklemesi bir haksızlıktı. Her tohum kendine uygun iklim ve toprak koşullarında filizlenip büyürdü. Uygun frekansı bulunca tohumun, Güneş de, rüzgar da, toprak da, tüm tabiat da sadece onun için çalışıyormuşçasına eşsiz seremonisine katılırlardı.

Her şey her şeyle ilgiliydi. Normal koşullar altında ancak bir takım formüller kendilerinden beklenen sonuçları verirlerdi kimya laboratuvarlarında. Kendi normal koşullarımızı, filizleneceğimiz toprağı ve uygun iklim şartlarımızı bulmak için de, en çaresiz zamanlarımızda içine çekildiğimiz kuyumuza dönmeliydik? Durmak için değil, daha güçlü eyleme geçebilmek için. En iyi yapabileceğimiz şeye, en hızlı şekilde karar verebilmek için. “Tırmandığını unuttunsa öyle duracağına düş ve yeniden tırman; durmaktan daha iyi bu. Ot gibi varolacağına öl ve yeniden diril” dediği yerden söz ediyorum aslında üstadın.

Yine bomba yağıyordu körpe çocukların üzerine. Çocuklukları, masumiyetleri, sevdikleri ellerinden hışımla alınıyordu. Dünya artık daha kirliydi, daha yaşanamaz, daha cehennemdi. Masumiyetin yerini korku dolu gözlerin, titreyen küçük bedenlerin, gülümsemenin yerini hıçkırıklarla ağlamanın aldığı, silahların ve bombaların ışıkları altında dünya; artık daha karanlıktı.

Kahrolsuncularla yaşasıncıların arasında üçüncü bir halin imkanından söz ediyorum.  İnsanın ne kadar sussa da, en çok da kendine söyleyecek sözü vardır; doğru sözü bulması için kendine bakması gereken zamanlarda olduğumuzdan söz ediyorum.