Ateş insanın tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. İnsanlık tarihinin 70. bininde yakılan ateş insanın neredeyse tüm alışkanlıklarını değiştirmiştir. Ateşi yakarak tanışmamıştır onunla insanın ataları, milyon yıldır ateşle iştigal etmektedirler aslında. Doğa olayları neticesinde meydana gelen ateşi, atalarımız sönmesin diye bir yerde muhafaza etmeye çalışmış, onun başında oturmuş, toplaşmış, bu alanlara dilin kültürle gelişip genişlemesiyle ocak demiş; böylece birliği temsil eden, insanın hayatta kalmasını ve ilerlemesini sağlayan ateş ve ateş başında toplaşma eylemi insanın genetik kodlarına işlemiş bir eylem olarak bize kadar aktarılmıştır. O sebepten “Ocağın sönsün, ocağına incir ağacı dikmek” sözleri ocağın kutsiyetinden, aileyi, birliği temsil etmesinden dolayı çok ağır beddualar olarak bilinir Anadolu’da.

Anlam ve değer dünyamızın, bilgi uzayımızın genişliği, açıklığı ve zindeliği nispetinde algılayabiliriz hakikati. Bizim algılayışımızın kifayetsizliği hakikate zeval vermez. Her bilim dalının kendi veçhesinden hakikatin yalnızca bir cephesine ışık tutması gibi, herkes kendi zaviyesinden hakikatin yalnızca bir yönüne odaklanır, ve ne hazindir ki hakikati algıladığının bütünü zanneder. Ağaca bakan iki kişiden biri güzellik ve estetiği, doğayı, canlılığı görürken diğeri kereste ve parayı görebilir mesela. Zamanın ve mekanın kayıtlarından boşandırılmış mutlak bir alemde uhdemizde bulunan ağaç bilgisiyle bahsi geçen bir yargının doğru diğerinin yanlış olması söz konusu değildir. Zaman ve mekan duruma dahil olduğunda ise gerçeklik, öncelik ve sonralık ilişkisi içine girecek, muhakeme edip bir kanaate varabilmek için hak, nesafet ve adalet kavramları tebarüz edecektir.

Ateşle nasıl ilişki kurduğumuz onun bize ne sunacağını belirlemektedir. Uzaktan görünce sadece ışığını algılayabilen insan, yanına varınca ısısını da hisseder ateşin, dokununca yandığını da. Ama yandığını bilmek için hissetmek ve algılamak gerekir. Ateş yakar, ateş düştüğü yeri yakar; ateş düştüğü yerle beraber düştüğü yere kıymet veren herkesin ciğerini de yakar. Dolayısıyla hissedişimiz ve algımız ateşle, ateşin düştüğü yerle kurduğumuz ilişkiyle şekillenir.

Çığ gibi büyüyen, büyüdükçe yakan, yaktıkça oturduğumuz yerden kurduğumuz bütün beylik lafları ve buzdan sloganlarımızı eriten, apaçık gerçeğini insanlık namına yüreğinde küçük bir kırıntı kalan hiç kimsenin inkar edemeyeceği, hangi cepheden hangi perspektifle bakılırsa bakılsın insanın ortak paydasına dair bir şeyler bulup sahip çıkabileceği ve hiç olmazsa vicdanının bir köşesinde acısını hissedebileceği bu yangını görmeyen bir canlı, insanlık alametlerinin en küçüğünü dahi taşımamaktadır.

İnsan hakları günü münasebetiyle çokça konuşulan, sempozyumlarda, konferanslarda ve çeşitli etkinliklerde insan haklarına dair kurulan her cümlenin beton duvarlar arasında yankılanan sesi, hemen yanı başımızda Filistin coğrafyasında yanan ateşin çatırtısına, atılan bombanın gürültüsüne, acı içinde kıvranan bir çocuğun çığlığına gömüldü maalesef.

Yanan bu ateşe karşı ilk günkü hassasiyetimizi taşıyamadık sanırım -yeniden zulmün pik yaptığı günler üzerinden- geçen birkaç hafta içinde. Oysa en azından sadece vicdanımızda bir sızı kalmalıydı, secdede bir dua, bir boykot ürününü almamaktaki kararlılık kalmalıydı hissemize. Her şeyi sıradanlaştıran yaşamımız, acıyı da, insanlık dışı muameleyi de, zulmü de sıradanlaştırıyordu farkında olmasak da zihinlerimizde. Bu ateşle kurduğumuz ilişki ele veriyordu işte insanlık kalibremizi, bu ilişki ortaya koyuyordu insanlığa nereden baktığımızı, kötülüğü sıradanlaştırmadığımız da ancak diri tutabiliyorduk zulme karşı itirazlarımızı.