Hava kapalıydı, kış iyiden iyiye gelmişti. Doğa müthiş harmonisi içinde döngüsünü devam ettiriyordu. Dışarı baktım ve durdum. Yazacaklarımı toparlayabilmek için çoğu kere Yasmin Levy’e ve uzun uzun baktığım, dalıp uzaklara gittiğim, şu sıralar yaprakları sararmış, yer yer dökülmüş, mahzun, penceremin tam karşısında duran, bahçedeki diğer ağaçlardan daha kıdemli ve kıdemi nispetinde de heybetli çınar ağacına ihtiyacım vardı. Yazmak için çok şeye ihtiyacım vardı aslında; mesela bugün uyanabilmek için 13.7 milyar yıllık evrene, 4 buçuk milyar yaşındaki Güneş sistemine, dünyanın ekseni etrafında dönüşüne, dinozorların bir müddet yaşayıp ardından kaybolmalarına muhtaçtım. Yani şu an var olabilmek için tüm var olanların varlığı gerekliydi. Ve bu sadece insan türü için de geçerli değildi elbette.

Tüm kuşların hatta tavukların dinozor soyundan geldiklerini öğrendiğimde şaşırmıştım. Son sürümün tavuk olması şaşırtıcıydı tabi. Tavuklar alınmasınlar ama onların ayaklarına bakmak beni biraz üzüyor. Köy yerinde büyüdüm, çocukluğum köyde geçti. Bir sürü tavuk, horoz, bizim cücük dediğimiz ama şehirde oturanın civciv dediği bir sürü tavuk yavruları vardı kümesimizde. Yemlerini sularını verdiğim çok oldu. Onların benim, benim de onların üzerinde emeğim çoktur. Çocukluğumda ne yaşadım hatırlamıyorum, tavukların ayaklarıyla ne alıp veremediğim var nedenini bilemiyorum. Ama kendimi haklı saysam da dinozor soyundan gelen canlıların uzuvlarıyla ilgili olumsuz bakışım zaman zaman beni de rahatsız ediyor.

Bu arada her şeyin kaynağı da çocukluğa hamlediliyor. Dünyayı ilk algıladığımız, onunla ve onun içinde bulunan her şeyle ilk defa olarak o zamanlar ilişki geliştirdiğimiz için sanırım, çok derin izler bırakıyor çocukluğumuz üzerimizde. Duygularımız ve duygularımızı kontrol edebilme, yönlendirebilme kabiliyetimiz el yordamıyla, etrafımızdakilerden öğrendiğimiz kadarıyla ve onların bize müsaade ettikleri kadarıyla şekilleniyor orada. O yüzden Nobel edebiyat ödüllü yazar Louise Glück çok haklıdır “dünyaya bir kez bakarız, çocuklukta. Geri kalanı hatıradır.” derken.

Her şeyin izlerini ve kaynağını arayacağımız kilitli, nerede olduğunu bulmakta güçlük çektiğimiz zengin bir hazinedir çocukluğumuz. Kavuştuğumuzda bizi özgür kılan, duygularımızın kaynağına dair fikir veren, bizi karakterimize dair çözümlemelere götüren bu zengin hazine, her şeyi çocukluğumuzun masumiyeti altına sığınıp kendimiz dışındakilere fatura etme gibi bir kolaycılığa kapı aralayacak kadar tehlikelidir de. Oysa anne babamıza, dışımızda olan bitene kestiğimiz faturanın bir son kullanma tarihi vardır; çoğu kere kabullenmenin bizi sorumluluk altına soktuğu. Verili olanı alıp onunla ne yaptığımızın sorulduğu zaman tam da burasıdır. Bu soru bize ayna tutan birinden gelebileceği gibi kendimize ayna tutmayı başardığımızda kendi içimizden de gelebilirdi.

Harman yerinde çelik çomak oynayarak, sıkıldıkça top peşinde koşarak, ellerimiz simsiyah oluncaya kadar traktör lastiği yuvarlayarak, tarladan yeşil nohut toplayıp tuzu gitsin diye buz gibi akan çeşme suyuyla yıkayıp bir ağaç gölgesinde oturarak geçen bir çocukluktu bizimkisi. Anlatınca çok doğal, mutlu, keyifli bir çocukluk olarak anlatırız da, insanın geçmişini dahi şimdi, geriye yönelik olarak imar ettiği gerçeğini unutarak çoğu kere yanılgıyla hatırlarız o anları. İçinde bulunduğumuz duygu durumu bizim geçmişteki hatıralarımızı da, heybemizde biriktirdiğimiz anılarımızı da şekillendirmektedir. İnsan mutluyken hep mutlu anıları hatırlaması, üzgün ve kederliyken de zihnine hep olumsuz hatıraların hücum etmesi boşuna değildir. Oysa geçmiş aynı geçmişti; çocukluk aynı çocukluktu. Hasılı yolculuk halindeki insanın heybesinde olan hem yüküydü hem de azığıydı.

Tavuğun ayağından başladık, konu nerelere geldi. Her tavuk özeldir. Ama mevzu tavuksa en çok tavuk döneri severim ben.