Caddeler çok kalabalık, sokaklar çok dar; upuzun binaların arasından gökyüzünün görünmediği, rüzgarın önünün kesildiği, güneşin perdelendiği, toprağın üstünün örtülüp nefesinin kesildiği ama kimsenin de kafasını kaldırıp ne gökyüzüne baktığı, ne rüzgarı duyduğu ne de toprağın farkına vardığı zamanların içinden geçip gidiyorduk.

Su akar, toprak kutsaldır nefes alır diye suyun önündeki bentleri, toprağın üstünü örten binaları yıkan kavimler vardı önceden. Şimdi de gökyüzümü kapatmayın diyen bir inanç olmalı!

Geçip giden zamanla insanın davranış ritüelleri, inançları, kutsalları değişiyordu. Tarihin bir kesitinde çok değerli olan şey, birkaç yüzyıl gibi insanlık tarihi içinde kısa bir zaman sonra yerin dibine sokulabiliyordu. Yerleşik hayata geçilmeden önce cinsel ilişki ile doğum arasındaki ilişki henüz kurulamamışken kadına mucizevi bir varlık olarak bakılıyor, Umay gibi Kibele gibi birçok tanrıçaya tapılıyordu. Ama yıllar sonra Antik Yunan’ından, Mısır’ına, Arap dünyasına varıncaya kadar kadına yönelik zulüm baş gösteriyordu. Ağacın, kurdun, doğanın kutsal sayıldığı zamanlardan geçtik. Geriye dönüp bakınca insanın fayda ve gereksinim üzerinden kurduğu ilişkisinin formülü değişince, “şey”e izafe ettiği anlamın da değiştiğini fark etmekteydik.

Kendimiz dışındaki her şeyin kendimizce yüklediğimiz anlamlar çerçevesinde bir değer ifade ettiği, aslında kendi yüklediğimiz anlamın adeta geri bildirimini almak gibi bize yansıtılmasından öte bir anlam taşımayan garip bir anlamsızlık dünyası içinde anlam bulduğumuzu sanıyorduk. Bu anlam arayışından hiç vazgeçmiyorduk ama anlamın bizden kaynaklandığının bilgisini unutmuştuk.

Toplumlarda ortak tarih ve kültür bilinci yerleşmeden önce biyotik ilişkiler esas alınırdı; bir kabilenin üyesi başkaca kabile mensubu tarafından insan olarak bile görülmezdi. Bu onlara kendi kabilesinin dışındakiler üzerinde her türlü tasarrufta bulunma “hürriyeti” tanırdı. Çoğu kere yanlış bilinir kan, soy, kafatası gibi genetik ve biyolojik vurguları ön plana çıkaran faşizm değil nasyonal sosyalizmdir. Tarih öncesi zamanlarda insanların koyu bir nasyonal sosyalist olduklarını söyleyebilirdik dolayısıyla.

Şimdilerde bir kavmin kendisi gibi olanları yanına çekerek kendisinden olmayanlar üzerinde her türlü ameliyatı yapıp, onlara yaşam hakkını bile tanımadığını çağlar açıp çağlar kapatmış, tarihin türlü cenderelerinden geçmiş, sürekli “terakki” ederek günümüze kadar gelmiş tüm insanlığın içinde biz de seyrediyorduk. -“Biz de” vurgum gururumuza dokunuyor elbette; tarihin akışı içinde 1074’te Hatay civarında bir Hristiyan papazın notlarında “yaşama sanatçıları” olarak adlandırılan, seyreden değil hep seyredilen bir milletten, beklenenden, bizden, Türk milletinden söz ediyorum çünkü.- Bunun, tarih öncesi zamanlardaki ilkel anlayışlardan ve eylemlerden tek farkı “merkezdeki insanın”, yani “güce sahip insanın” tanımlama şekliydi.

Tanımlayan; sınırlardı. İnsan tanımlayarak anlar, idrak ederdi. Tanımlayamadığını tasnif eder; tasnif de edemiyorsa ona inanabilirdi. İnsanın kendisi hakkındaki tanımı diğer her şeyin tanımını kuşatır; kendinden ayrı kutsalı, kendinden ayrı bilgiyi, kendinden ayrı başka bir insanı düşünemezdi insan. İlişki içinde olduğu her şey kendisinin, anlam ve değer dünyasının uzantısıydı çünkü.

Gökyüzü yine tapıldığı zamanlardaki gibi ihtişamlı, güneş yeryüzü var olduğundan beridir -kozmolojik olarak değişim ve dönüşümü inkar etmeden- yine aynı şekilde, doğa, ağaç ve ilişki içinde olduğumuz her şey asırlar öncesinden beridir taşıdıkları anlamı taşıyorlardı ama onlara yüklediğimiz, projekte ettiğimiz anlam değişmişti. Çünkü onların hakikatiyle irtibat kuramamıştık hala. Onların hakikatlerinin bilgisine ulaşamamıştık. Hakikatlerinin bilgisini bilebilir miydik bu ayrı bir tartışma konusu; ama insan kendine dair fikrini değiştirmeden, özüne yakın bir anlam kazanmadan dünyasına dair anlamlı bir sonuca ulaşamayacaktı.

Kalabalık bir caddede, kimsenin ayak basmadığı yere basarak, kimsenin omzuna değmeden, kimsenin dikkatini çekmeden, gökyüzünü kapatan binaların arasından gökyüzünü bularak, rüzgarı hissederek, toprağa dokunarak, geldiğimiz yeri unutmayarak ilerlemek neredeyse mümkün değildi ama, ormandaki ağaçların güneş ışığına ulaşmak için normalden daha fazla uzaması gibi bir gayrete neden düşmeyecektik ki hakikate dair bir anlama ulaşmak için?