O “Son Osmanlı Nesli” ki; aslâ küçük düşünmeyen, her biri Osmanlı Cihan Devleti’nin bir uzak diyârında fedâ-i cân eden, hayâlleri sadece Türk Milleti’ni değil, bütün İslâm Âlemi’ni kucaklayan, “Cebel-i Hira’nın Evlatları”nı “Olimpos’un veletleri”ne karşı savunan mücâhitlerdir. Onlar ki, samîmiyetleri, ideâlleri, vatan sevgileri ve fedâkârlıklarının büyüklükleri yanında; siyasî tecrübelerinin olmaması, dünya ahvâlini hakkıyla bil/e/memeleri, hâdiselerin arka yüzünü tam olarak gör/e/memeleri sebebiyle -Sultan Abdülhamid Han’ı devirmek gibi- çok büyük hatâlar da yaptılar ve Devlet-i Aliyye’nin kollarında can verdiğini gördükleri gibi, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğuna da şâhitlik ettiler… Onlar ki, Yemen çöllerinde yandılar, Sarıkamış’ta dondular, her türlü imkânsızlığa rağmen, îmanlarından aldıkları güçle yedi düvelle dokuz cephede vuruştular ve Millî Mücâdele’nin şafağının sökmesi için gurûb ettiler… Onlar ki, inançlarını, kahramanlıklarını ve vakarlarını hiçbir zaman kaybetmediler ve biz torunlarına çok büyük vatanseverlik destanları armağan ettiler… Yüzbinlerce şehit veren, “hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşayan” o “güzel insanlar, güzel atlara binip” Hakk’a yürüdüler ve Kâinâtın Solmayan Gülü’nün ağuşuna vuslat için bir güzel diyâra gittiler…
İşte “Son Osmanlı Nesli”nin numûne-i imtisâllerinden olan, Osmanlı’nın en buhranlı döneminde çok acı hâtıralar yaşayan; fakat buna rağmen büyük rüyâlar gören ve bunları gerçekleştirmek için insanüstü gayretler gösteren inanç âbidelerinden birisi de Enver Paşa’dır. Nevzat Kösoğlu’nun; “Cumhuriyet döneminde birçok insan, farklı sâik ve sebeplerle Enver Paşa hakkında yanlış ve haksız peşin hükümlere sâhip olmuştur. Bunların bir kısmı Cumhuriyet öncesi siyâsî çekişmelerin sonraki zamanlara yansımasıdır” dediği, “Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüz yılın sorumluluğunu omuzlayan, hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşayan” “Osmanlı son neslinin simgesi” diye nitelediği İsmâil Enver Bey; gerçekten de çok ideâlist, çok yiğit, çok gayretli, çok vatanperver, mangal gibi bir yüreğe, “dünyayı sırtında taşıyabileceğini düşünen” gözükara bir kişiliğe ve çok büyük hayâllere sahip olan -ancak o toz-duman ortamında tecrübesizlikleri sebebiyle bâzı yanlışlıklar da yapan- çöküş devrimizin en kahraman komutanlarındandır.
* * *
Enver Paşa Kimdir? sorusuna daha detaylı bir cevap vermek için onun biyografisine kısa bir göz atalım:
Enver Paşa’nın yedinci göbekten dedesi olan Abdullah Efendi, Müslüman olmuş bir Gagavuz Türkü olup, ecdâdı Kırım’dan Kastamonu’nun Abana yöresine göç etmiştir. Nâfîa Nezâreti fen memurluğu yapan, daha sonra Surre Emîri olan ve sivil paşalık rütbesine yükselen Ahmet Bey ve Ayşe Dilara Hanım’ın oğlu olan İsmail Enver, 23 Kasım 1881’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Ailenin 6 çocuğundan en büyüğüdür.
İsmail Enver; 1894’te Manastır Askeri Rüştiyesi’nden, 1897’de İstanbul’daki Soğukçeşme Askeri İdadisi’nden mezun oldu. Manastır Askerî İdâdîsi’ni bitirip Harp Okulu’na girdi. “O sıralarda yüksekokullarda yaygın olan II. Abdülhamid aleyhtarlığı propagandalarının etkisi altında kaldı.” Harp okulunu 1899’da derece ile bitirdiği için kurmay sınıfına ayrıldı. Ocak 1903’de Erkân-ı Harp eğitimini ikinci olarak tamamladı ve kurmay yüzbaşı olarak Manastır’daki 13. Seyyar Topçu Alayı’nın 1. Bölüğü’ne tâyin edildi.

Manastır ve Üsküp’te çeşitli askeri görevlerde bulunduktan sonra Mart 1906’da kolağası (önyüzbaşı) olan Enver Bey, Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerine karşı mücadele etmeye başladı. Bulgar çetelerine karşı yürüttüğü faaliyetler sırasındaki yaşadığı olaylar ve Balkan kavimleri arasında Türk düşmanlığının kök salması, Enver Bey’in yüreğinde kıyâm eden milliyetçilik düşüncesinin kuvveden fiile geçmesine ve bir ömür sürecek fikrî çizgisini belirlemesine vesîle oldu. Manastır ve çevresindeki çetelere karşı girişilen askerî harekâtta çok büyük başarılara imza attı. Bu kahramanlıkları sebebiyle dördüncü ve üçüncü Mecidî, dördüncü Osmânî nişanları ve altın liyâkat madalyalarıyla ödüllendirildi. Balkan dağlarındaki bu yıpratıcı mücâdeleler sırasında Enver Bey’in yıldızı parlamaya başladı ve hızla yükselerek 30 Ağustos 1906’da binbaşılığa terfi ettirildi. 1908 yılına kadar devam ettiği bu görev sırasında Bulgar çetelerine karşı verdiği mücâdelelerdeki kahramanlıklarıyla efsâneleşti.
“Bu dönemin bütün aydınları ve genç subaylar devletin zaaflarını başta Padişah Abdülhamid Han olmak üzere Saray çevresindeki kişilere bağlıyor ve bu çerçevede yapılacak değişikliklerle kurtulabileceklerini sanıyorlardı.” O dönemin şartlarını dikkate almayan cümle Osmanlı münevverleri gibi, kulağa hoş gelen “meşrûtiyet” ve “hürriyet” terânelerinin peşine takılarak Abülhamid Han’ın “müstebit” (!) yönetimine karşı çıkmak, Meşrûtiyet’i getirmek, Kânûn-i Esâsî’ye yeniden hayâtiyet kazandırmak Enver Bey’in de ideâlleri arasındaydı. Aslında Sultan II. Abdülhamid Han; “Belki hiçbir zaman ‘müstebit’ değil, fakat atalarının haşmetini yeniden ihyâ edecek ‘otoriter’ bir yönetici olmayı tasarlayan ve tatbik eden” bir hükümdardı. Ancak o dönemin şartlarında Abdülhamid Han’ın yaptığı icraatlar, ıslahat, siyâsî tatbikat ve uyguladığı dâhiyâne politikalar ne yazık ki tam olarak anlaşılamadı. O dönemdeki bütün Osmanlı münevverleri gibi Enver Bey de vatanı ve devleti düştüğü zilletten kurtarmak için harekete geçtiğini söyleyen, ancak arka plânda Avrupalı istihbarat örgütlerinin, Hristiyan mahfillerin, Yahudi ve Masonların sevk ve idâresinin müessir olduğu bir oyunda yer aldı ve siyâsî propagandaların tesirinde kaldı. 

Devam yarın