Düğünler Yozgat’ta perşembe gününden başlarlardı. Perşembe günü kekil kesilir ,çeyize bakılır, cuma günü gündüz kına, cumartesi akşamı da kına gecesi, pazar sabahı gelin kuaföre götürülür makyajı yapılır, eve geldikten sonra da erkek kardeş kuşağını bağlar, gelin alma merasimi yapılır. Tabii ki düğün telaşı, heyecanı, koşuşturması günler öncesinden başlarlardı..
…. Önce gelinin çeyizleri , yarım kalan işlengiler, oyalar, eksikleri nelerse komşular tarafından yardımlaşılarak tamamlanırdı. Oğlan evinin düğün öncesi yaptığı anlaşmaya göre, maddi gücü yettigi ölçüde yün alır ve bu yün yıkanmaya götürülürdü.
.. Her mahallede bir Yol su elektrik, veya karayollarında çalışan baba olurdu. İş yerine belli etmeden kapının önüne dayanan resmi kamyonun arkasına bütün mahalle doluşur Çalatlı Köyü’ndeki Özde yün yıkamaya gidilirdi..
…. O nasıl bir güzellik, nasıl unutulmaz bir an, nasıl komşuluk, arkadaşlık, dostluk, beraberlik harmonisiydi. Kamyonun gelmesini fırsat bilen komşular, evde özün suyunda yıkanması gereken ne kadar halı, kilim, paspas varsa kamyona yükler. Hanımlar genç kızlar tuman adı verilen çiçekli basmadan dikilmiş geniş donları giyer, başını yemenisiyle halk arasında “keçik”denilen arkadan bağlama şekliyle bağlar, ellerine tahtadan yontularak yapılmış, bağlamaya benzeyen, yün, halı, kilime vurarak kirlerini temizlemeye yarayan, tokaçları ellerine alarak kamyonda yerlerini alırlardı…
…. Yozgat’tan Çalatlı’ ya kadar olan on kilometrelik mesafe, kamyon arkasında yaptığımız bu yolculuk, belki de çok az insanın hayatı boyunca yaşayabileceği en güzel yolculuklardan biriydi. Kamyonun kasasında halılar, kilimler, yün yatakların üstünde bulabildiğimiz her uygun oturabilecek yere oturur, rüzgâra karşı yüzümüzü verir, muslubelenden aşağı doğru belki de hayatımızın en güzel bir onbeş, yirmi dakikasını yaşardık. Tabii ki muslubelen yokuşunda inip “Bobbili” çekmeyi de ihmal etmezdik… şarkılar türküler eşliğinde, bu güzel yolculuğun sonunda Çalatlı Özü‘ne gelir, oradaki çeşmenin yanına kamyonu eğlerdik..
….. mis gibi yufka ekmek, çanak peyniri, nane maydonoz, yeşil soğan, haşlanmış yumurta, meyve gibi sağlıklı yiyeceklerle dolu sepetini herkes yanına alırdı. Kamyondan iner inmez yanımızda götürdüğümüz su testiletini çeşmeden akan buz gibi suy ile doldurur, getirdiğimiz halı kilim, yün ne varsa yiyeceklerimizle beraber özün kenarına taşırdık. Aşağı indiğimizde mutlaka tanıdık eş, dost, ahbap, birkaç aile de orada, piknik alanına serdikleri kilim, battaniye üzerine oturmuş, kimi sohbet eder, kimi yiyecek sofra hazırlar, kimi halı kilim yıkamakla meşgul olurlardı.. Daha yaşım çok küçük ama çalışkan bir çocuktum. Koşup oynamak yerine suyun içinde yün, halı, kilim tepelemeyi tokaçlamayı tercih ederdim. Yün tokaçlamakta o kadar kolay bir iş değildi. Orada yünü tokaçlamak için özellikle hazırlanmış geniş düz yüzeyli dere taşları bulunurdu. Taşın üzerine koyulan bir koyunun yünü üzerine azar azar su dökülerek hafif hafif tokaç darbeleri ile köpürtülürdü. Bunu yapmak o kadar da kolay bir iş değildi. Yün iyice köpürdükten sonra, dere yatağından akan suyun içerisinde tamamen üzerindeki kirden arınana kadar yıkanırdı.
…. Düğünler genellikle bahar ve yaz mevsimlerine denk geldiği için, doğa bütün güzelliğini ayaklar altına sererdi. Deren’in arka tarafında küçük su akıntıları vardı. Etrafı rengarenk kır çiçekleri ile dolu olurdu. Dere kenarında “narpız “ adı verilen yabani naneler bulunurdu. Bu nanelerden toplayıp yufka ekmeğin arasına koyduğumuz yumurta, çökelek, çanak peyniri eşliğinde dürüm yapar afiyetle yerdik. Bütün gün mahalleli, genci, yaşlısı hep bir arada o suyun içinde etrafında doyasıya eglenir yorgunluktan bitkin düşer, hamlar ama hiç farkına varmazdık. Suyun içine dere yatagindaki büyük taşlardan setler yapıp, biriken suyun içinde yüzer, yıkanır çocukluğun doyulmaz tatlarını, hazlarını çıkarırdık. Gülerek, eğlenerek yıkadığımız halı, kilimlerin çoğunu güneşte neredeyse kurumuş kıvama getirene, gün batımına kadar artık suyun içinde kalmaktan buruşmuş el ve ayaklarımız, hafif hafif Yozgat’ın gündüz ne kadar sıcak bir gün olsa da akşam çıkan ayazıyla titreyerek, yıkadığımız halı, kilim, yün ne varsa yanımızda götürdüğümüz tahtadan geçgerenin üzerine koyup, çeşmenin yanına kadar taşırdık. Çeşmenin yanında biraz oturduktan sonra yokuş aşağı vitesi boşa alarak kamyonuyla uzunları yakıp söndüre söndüre gelen canım babamı görürdük. O yorgun, bitkin halimizle yıkanmış ne varsa kamyonun kasasına yerleştirdikten sonra, hepimiz kamyonun kasasına doluşur , şarkılar oyunlar eşliğinde Yozgat’ın yolunu tutardık.
..”Çalatlı’nın yokuşu , hele de gelin Bobbili “